başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. o vakit
kendi kendine iş düzelir.
DörDüNCü meraKLı SUaL
diyorlar ki: “Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz de-
ğildir. nura karşı muaraza edilmez ve nurdan kaçılmaz ve
nurun izharından zarar gelmez. neden arkadaşlarınıza ih-
tiyatı tavsiye ediyorsunuz, çok nurlu risaleleri halklara gös-
terilmesini men ediyorsunuz?”
Bu suale karşı cevabın muhtasar meali şudur ki:
Başlardaki başların çoğu sarhoş, okumaz. okusa da
anlamaz, yanlış mana verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başı-
na gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem çok
vicdansız insanlar var ki, garaz veya tamâ veyahut havf
cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. onun için,
kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki, ihtiyat etsinler, na-
ehillerin eline hakikatleri vermesinler.
(1)
Hem ehl-i dün-
yanın evhamını tahrik edecek işlerde bulunmasınlar.
(Ha-
şİYe)
• • •
Lem’aLar | 271 |
o
n
a
lTıncı
l
em
’
a
müstensih:
bir yazının suretini çı-
karan, kopya eden.
naehil:
ehil olmayan, liyakatsiz.
neşretme:
yayma, basma.
nur:
din ilmi, iman ilmi, ilim.
nüsha:
yazılı bir metin.
sual:
soru.
tab:
basma, kitap basımı.
tahrik:
harekete geçirme.
tamâ:
hırsla isteme, aç gözlülük.
tavsiye:
öğütleme.
teksir makinesi:
fotokopi maki-
nesi, çoğaltma makinesi.
vakit:
zaman.
vesile:
sebep.
vicdan:
iyiyi kötüden, hayrı şer-
den ayırt etmeye yardımcı olan
ahlâkî duygu.
beşaretkârâne:
müjdelercesi-
ne.
ciddî:
gerçek, hakikat.
cihet:
yön.
çendan:
gerçi.
ehl-i dünya:
dünya adamı,
ahireti düşünmeyen.
evham:
vehimler, zanlar, esas-
sız şeyler.
garaz:
kötü kasıt, düşmanca
niyet.
hakikat:
gerçek.
halk:
topluluk, insanlar.
haşiye:
dipnot.
havf:
korku.
ihtiyat:
tedbirli hareket etme.
iman:
inanç, itikat.
inkâr:
reddetme, kabul ve tas-
dik etmeme, inanmama.
izhar:
açığa vurma, gösterme.
lâtife:
hoş ve güzel.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
mana:
anlam.
meal:
mana, mefhum.
men:
yasak etme, engelleme.
mesele:
konu.
mesrurâne:
sevinçli bir şekil-
de.
muallim:
öğretmen.
muaraza:
birbirine karşı gel-
me, kavga, çekişme.
muhtasar:
ihtisar edilmiş, kı-
saca.
münafık:
iki yüzlülük eden.
münasebet:
ilgi, alâka, yakın-
lık.
1.
İbniMâce, Mukaddime: 17.
HaşİYe:
Ciddî bir meseleye vesile olabilecek bir lâtife:
dünkü gün sabahleyin bir dostumun damadı Mehmed yanıma geldi.
Mesrurâne, beşaretkârâne dedi ki: “senin bir kitabını Isparta’da tab etmiş-
ler, çoklar okuyorlar.” Ben dedim: “o, yasak olan tab değil; belki müs-
tensihle bazı nüshalar alınmış ki, hükûmet ona bir şey demez.” Hem de-
dim: “sakın bunu senin dostun olan iki münafığa söyleme. onlar böyle
bir şey arıyorlar ki bahane etsinler.” İşte, kardeşlerim, bu adam çendan
bir dostumun damadıdır; o münasebetle benim de ahbabım sayılır. Fakat
berberlik münasebetiyle, vicdansız muallim ve münafık müdürün dostu-
dur. orada kardeşlerimizden birisi bilmeyerek öyle söylemiş. İyi oldu ki,
en evvel geldi, bana haber verdi. Ben de tembih ettim, fenalığın önü alın-
dı. Ve teksir makinesi binler nüshaları bu perde altında neşretti.