derece ihyasına ve bid’aların bir derece def’ine medar ola-
cağı hâlde, neden şiddetle harb aleyhinde çıktın ve bu me-
selenin asayişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir su-
rette müptedilerin hükûmetleri lehinde taraftar çıktın? Bu
ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.
Elcevap:
Biz fereç ve ferah ve sürur ve fütuhat iste-
riz, fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! kâfirlerin kılıçları başla-
rını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. za-
ten o mütemerrit ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imana
musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.
Hem harb belâsı ise, hizmet-i kur’âniyemize mühim
bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşleri-
mizin ekserîsi kırk beşten aşağı olduğundan, harb vasıta-
sıyla vazife-i kudsiye-i kur’âniyeyi bırakıp askere gitme-
ye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-i rızam-
la, böyle kıymettar kardeşlerimin her birisini askerlikten
kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa ve-
rirdim. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i
kur’âniye-i nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el at-
makta, yüz bin lira kendi zararımızı hissediyordum. Hat-
ta zekâi’nin bu iki sene askerliği, belki bin lira kadar ma-
nevî faydasını kaybettirdi.
Her neyse... kadîr-i külli Şey, bir dakikada, bulutlarla
dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semanın ber-
rak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı
ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-ı şeriatı güneş
gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. onun rah-
metinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin
aleyh:
karşıt.
asayiş:
kanun ve nizam hâkimi-
yetinin sağlanması.
bedel-i nakdiye:
nakit karşılık, pe-
şin ödeme.
berrak:
nurlu, pek parlak, açık.
bid’a:
dinin aslına uymayan âdet
ve uygulamalar.
cevv-i hava:
hava boşluğu.
dağdağa:
gürültü, beyhude telâş
ve ıztırap.
def:
ortadan kaldırma, uzaklaştır-
ma.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ecnebi:
yabancı, başka milletten
olan.
ehl-i iman:
inananlar, iman sahip-
leri.
ekserî:
çoğunluk, bir çoğu.
fedakâr:
kendini veya şahsî men-
faatlerini hiçe sayan, feda eden.
ferah:
gönül açıklığı, sevinme.
fereç:
ferahlık, sevinç.
fütuhat:
zaferler, fetihler.
hakaik-ı şeriat:
şeriata ait olan
gerçekler.
halledilme:
bir problemin çözül-
mesi.
harb:
savaş.
hizmet-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın hiz-
meti.
hizmet-i Kur’âniye-i Nuriye:
Ri-
sale-i Nur’un, Kur’ân’ın hizmeti.
hükûmet:
yönetim.
hüsn-i rıza:
gönül rızası.
ihya:
hayat verme, yeniden kuv-
vetlendirme.
izale:
giderme, ortadan kaldırma.
Kadîr-i Külli Şey:
her şeye gücü
yeten sonsuz kudret sahibi olan
Allah.
kâfir:
Allah’ı ve İslâmiyeti inkâr
eden, dinsiz.
o
n
a
lTıncı
l
em
’
a
| 270 | Lem’aLar
kıymettar:
değerli, kıymetli.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
leh:
onun tarafına, ondan ya-
na.
maddî cihad:
düşmanla direk
silâhlı mücadele yapmak.
manevî:
manevî olan, maddî
olmayan.
mecbur:
zorunda kalma.
medar:
sebep, vesile.
mesele:
önemli konu.
musallat:
fazlasıyla üzerine gi-
den, aşırı derecede sataşan.
mühim:
önemli.
münafık:
kalbinde küfrü giz-
lediği hâlde Müslüman görü-
nen, kâfirliğini gizleyerek Müs-
lüman gibi davranan.
müptedi:
itikatta ehli sünnet
yolundan ayrılan, bid’at yolu-
nu tutan kimse.
mütemerrit:
dik başlı, kötü fi-
ilinde inatlaşan.
rahmet:
Allah’ın kullarını esir-
gemesi, onlara acıyıp bağışla-
ması, onlara maddî ve mane-
vî nimetler vermesi.
sema:
gökyüzü.
suret:
biçim, tarz.
sürur:
sevinç, mutluluk.
tarafgir:
taraf tutan.
taraftar:
taraf olan.
vasıta:
aracılık.
vazife-i kudsiye-i Kur’âniye:
mukaddes Kur’ân hizmeti va-
zifesi.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, imansız, münkir.
ziyadar:
ışıklı, parlak.
zulümat:
karanlıklar, dinsizlik,
zulüm ve küfür.