iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esma-i cemali-
ye ve kemaliye ise, melâike ve ruhanî ve cin ve insin na-
zarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve
hüsn-i edepleriyle göstermek isterler. İşte, sünnet-i seni-
yedeki adap, bu ulvî adabın işaretidir ve düsturlarıdır ve
numuneleridir
SekizinciNükte
(1)
*G n
»p
Ñr
°ùn
M r
?o
?n
a Gr
ƒ s
dn
ƒn
J r
¿p
Én
a
’dan evvelki olan
(2)
l
?ƒo
°Sn
Q r
º`o
c
n
ABÉ n
L r
ón
? n
d
ilâahir ayeti, resul-i ekrem Aley-
hissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve ni-
hayet re’fetini gösterdikten sonra, şu
Gr
ƒs
dn
ƒn
J r
¿p
Én
a
ayetiyle der
ki:
“ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefka-
tiyle sizi irşat eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvve-
tini sarf eden ve manevî yaralarınız için, kemal-i şefkatle,
getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyesiyle tedavi edip mer-
hem vuran şefkatperver bir zatın bedihî şefkatini inkâr et-
mek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde
onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi
çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık oldu-
ğunu biliniz.
“Ve ey şefkatli resul ve ey re’fetli nebî! eğer senin bu
azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıkların-
dan sana arka verip dinlemeseler, merak etme. semavat
Lem’aLar | 183 |
o
n
B
irinci
l
em
’
a
merhem:
ilâç.
mevcudat:
var olan her şey, mah-
lûklar.
nazar:
bakış.
Nebî:
Allah’ın elçisi, peygamber.
nihayet:
son derece.
nükte:
ince söz ve mana.
re’fet:
esirgeme, merhamet, şef-
kat etme.
resul:
Allah’ın elçisi, peygamber.
resul-i ekrem:
çok cömert, ke-
rîm olan peygamber, Hz. Muham-
med (asm).
ruhanî:
gözle görülmeyen, cismi
olmayan, elle tutulamayan varlık-
lar.
sarf:
harcama.
semavat:
semalar, gökler.
sünnet:
Hz. Muhammed’in (asm)
Müslümanlara örnek olan müba-
rek söz, fiil ve emirleri.
Sünnet-i Seniyye:
Hz. Muham-
med’in (asm) yüksek hâl, söz, ta-
vır ve tasvipleri.
şefkat:
içten ve karşılıksız merha-
met.
şefkatperver:
şefkat etmeyi se-
ven.
tebliğ:
ulaştırmak, bildirmek.
ulvî:
yüksek, yüce.
ümmet:
Müslümanların tamamı.
vaziyet:
durum, hâl.
vicdan:
iyiyi kötüden, hayrı şer-
den ayırt etmeye yardımcı olan
ahlâkî duygu.
zat:
kişi, şahıs.
adap:
davranış kaideleri, ah-
lâk ve terbiyenin gerektirdiği
hareket tarzı.
ahkâm:
emirler, hükümler.
aleyhissalâtü vesselâm:
“Sa-
lât ve selâm onun (Peygam-
berimizin) üzerine olsun,” an-
lamında.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
azîm:
büyük, yüce.
bedihî:
açık, aşikâr.
cin:
gözle görünmez, lâtif ci-
simlerden ibaret bir yaratık.
düstur:
kaide, prensip.
esma-i cemaliye ve kemali-
ye:
Cenab-ı Hakkın güzellik ve
mükemmellik isimleri.:
evvel:
once.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hüsn-i edep:
güzelce terbiye
edilmiş.
iktiza:
gerektirme.
ilâahir:
sonuna kadar.
inkâr:
reddetme, inanmama.
ins:
insan.
irşat:
doğru yolu gösterme.
itham:
suçlama.
kemal-i şefkat:
tam ve mü-
kemmel şefkat.
manevî:
manaya ait.
melâike:
melekler.
menfaat:
fayda.
1.
Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Allah bana yeter. (Tevbe Suresi: 129.)
2.
Ey insanlar, size kendi içinizden bir peygamber geldi. (Tevbe Suresi: 128.)