madum ve firakların elemleriyle doludur; ehl-i hidayet
için, mazi, müstakbel müştemilâtıyla mevcuttur, nurlu-
dur. Aynen öyle de, fâniyatta, yani geçmiş muvakkat va-
ziyetler, ehl-i dünya için fenâ-i mutlak karanlıklarında
madumdur, ehl-i hidayet için mevcuttur diye gördüm.
Çünkü, eski zamanda çok alâkadar olduğum zevkli veya
kıymetli ve şerefli muvakkat vaziyetleri mütehassirâne
hatırladım, müştakane arzu ettim.
neden bu mübarek vaziyetler mazide kalıp fânî olsun
düşünürken, iman-ı billâh nuru ihtar etti ki, o vaziyetler
gerçi sureten fânîdirler, birkaç cihette mevcutturlar.
Çünkü, Cenab-ı Hakkın bâkî isimlerinin cilveleri olan o
vaziyetler, daire-i ilimde ve elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı
misaliyede bâkî oldukları gibi; nur-i imanın verdiği bâki-
yâne münasebet noktasında, fevkazzaman bir vaziyette
mevcutturlar. sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok ma-
nevî sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım ve
dedim:
“Madem Allah var; her şey var” cümlesi, bu büyük ha-
kikati de ifade eder. “kimin için Allah varsa, yani Allah’ı
bilse, her şey mevcuttur. kim Allah’ını bilmezse, ona her
şey madumdur” diye delâlet eder.
demek, “elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zev-
ki, aynı yerde yüz derece ziyade daimî elemsiz bir zevke,
sefahatle tercih edenler, aksi maksutlarıyla aynı zevkte
elîm elemleri alır.”
ì@í
K
astamonu
L
âhiKası
| 139 |
le beraber kabul ederek Ona
inanma.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
madum:
yok olan, mevcut olma-
yan, bulunmayan.
maksut:
istenilen şey, istek, arzu,
gaye.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mazi:
geçmiş zaman.
muvakkat:
geçici.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
münasebet:
ilgi, ilişki, bağ.
müstakbel:
gelecek zaman.
müştakane:
iştiyak ve arzu ile,
çok isteyerek.
müştemilât:
şümulünde olan
şeyler, içinde bulunanlar.
mütehassirâne:
özleyerek, has-
ret çekerek.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
nurlu:
ışıklı, parıltılı.
nur-u iman:
iman nuru, Allah’ın
varlığına, yaratıcılığına inanmada-
ki gönül, kalp ve fikir aydınlığı.
sefahet:
zevk, eğlence ve yasak
şeylere düşkünlük, sefihlik.
sureten:
suret olarak, görünüş iti-
bariyle.
şeref:
manevî büyüklük, yücelik,
onur.
tahassür:
çok istenilen ancak el-
de edilemeyen şeye üzülme.
vaziyet:
durum.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.
alâkadar:
ilgili, ilişki.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve
kalıcı olan.
bâkiyâne:
daimî, sonsuz bir
şekilde.
cihet:
yön.
cilve:
tecelli, görüntü.
daimî:
sürekli, devamlı.
daire-i ilim:
ilim dairesi.
darbımesel:
atasözü, vecize.
delâlet:
delil olma, gösterme;
alamet, işaret.
dirhem:
yaklaşık üç grama
denk gelen eski bir ağırlık öl-
çüsü, çok küçük parça (me-
caz).
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı,
dünya adamı, ahireti düşün-
meyen.
ehl-i hidayet:
hidayette ve
doğru yolda olanlar, hidayete
erişmiş kimseler.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
elîm:
şiddetli, çok dert ve ke-
der veren.
elvah-ı mahfuza:
korunmuş,
muhafaza edilmiş levhalar.
elvah-ı misaliye:
örnek tab-
lolar, misalî manzaralar.
fânî:
ölümlü, geçici.
faniyat:
fanilik, ölümlülük.
fenâ-i mutlak:
sonsuz yok
oluş, mutlak yok oluş.
fevkazzaman:
zaman dışı,
zaman üstü.
firak:
ayrılık, hicran.
hakikat:
gerçek.
ihtar:
hatırlatma, uyarı.
iman-ı billâh:
Allah’a inanma,
Allah’ı, onun kâinatta tecelli
eden bütün sıfat ve isimleriy-