Anadolu’yu, belki âlem-i İslâmı mesrur ve müferrah eden
bir hakikatli haber telâkki ediyoruz.
Ahir fıkrasında, Muhbir-i sadıkın haber verdiği “Ma-
nevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve ze-
min hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruhu-
canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, temenni
ediyoruz. Fakat biz risale-i nur Şakirtleri ise, vazifemiz
hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi
onun vazifesine binâ etmekle, bir nevi tecrübe yapma-
mak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bak-
mak; hem çoktan beri sukut-i ahlâka ve hayat-ı dünyevi-
yeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk
eden dehşetli esbab altında
Risale-i Nur
’un şimdiye ka-
dar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kır-
ması ve yüz binler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve
her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî
mü’min talebeleri yetiştirmesi Muhbir-i sadıkın ihbârını
aynen tasdik etmiş ve vukuat ile ispat etmiş ve ediyor; in-
şaallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiç-
bir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. tâ
ahirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri ya-
ni Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o da-
ireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de
kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.
Hafız Ali’nin kıymettar bir kardeşimiz olan Aydınlı
Hasan Atıf hakkında medhi ve tafsili bizi minnettar etti.
o kardeşimiz de haslar içinde her sabah yanımızdadır.
ì@í
K
astamonu
L
âhiKası
| 141 |
yeti hurafelerden ve bid’alardan
arındırarak zamanın anlayışına
göre yenileyecek olan âlim ve
önder zat.
mesrur:
sevinçli, memnun.
minnettar:
bir iyiliğe karşı teşek-
kür duygusu içinde olan.
muhbir-i sadık:
doğru haberci;
Allah ve ahiretle ilgili doğru ha-
berler veren Peygamberimiz
(asm) ve diğer peygamberler.
mukabil:
karşılık.
müferrah:
feraha kavuşmuş, gö-
nül huzuruna ermiş.
mü’min:
iman eden, inanan.
nevi:
çeşit, tür.
niyaz:
Allah’a yalvarma ve yakar-
ma.
rahmet-i ilâhîye:
Allah’ın sonsuz
rahmeti, İlâhî rahmet.
Risale-i nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
ruhucan:
ruh ve can; ruh ve can-
la.
savlet:
şiddetli hücum, saldırma.
sevk:
yöneltme.
sîne:
göğüs.
sükût-i ahlâk:
ahlâkın azalması,
ahlâk düşüklüğü.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şükür:
Allah’ın nimetlerine karşı
memnunluk gösterme, gerek dil
ile gerekse hal ile Allah’ı hamd
etme.
tafsil:
etraflıca bildirme, ayrıntılı
anlatma.
talebe:
öğrenci.
tasdik:
doğrulama, onaylama.
telâkki:
anlama, kabul etme.
temenni:
rica.
vazife:
görev.
vazife-i ilahiye:
doğrudan doğru-
ya Allah’a ait olan iş ve vazife.
vukuat:
vuku bulan şeyler, hadi-
seler, olaylar.
zemin:
yer.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden, iman-
sız, münkir.
zulümat:
karanlıklar, dinsizlik, zu-
lüm ve külür.
ahirzaman:
dünyanın son za-
manı ve son devresi, dünya
hayatının kıyamete yakın son
devresi.
ahir:
son.
âlem-i islâm:
İslâm âlemi, İs-
lâm dünyası.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
binâ:
yapma, kurma.
cihet:
yön.
dalâlet:
iman ve İslamiyetten
ayrılmak, azmak.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
fıkra:
kısım, fasıl, bölüm.
fütuhat:
zaferler, fetihler, ga-
libiyetler.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikî:
gerçek.
has:
ileri gelen, seçkin olan.
hayat-ı dünyeviye:
dünyaya
ait olan hayat.
hayat-ı uhreviye:
uhrevî ha-
yat, ahirete ait olan hayat.
ihbar:
haber verme, bildirme.
iman:
inanç, itikat.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’
manasında kullanılan bir dua.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
kemiyet:
bir şeyin adet, mik-
tar ve sayı olarak ifade edile-
bilen durumu, nicelik.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl oldu-
ğu, nitelik.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.
medih:
övmek.
mehdî:
hadislere göre ahir
zamanda tevhidi esas alarak
imanı muhafaza edip İslâmi-