hakikat o tarafa da faidesi olur diye, leffen size gönde-
rildi.
Umum kardeşlerime birer birer selâm ediyorum.
ì®í
‡
45
·
Feyzi Kardeşim!
sen Isparta vilâyetindeki kahramanlara benzemek isti-
yorsan, tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede –Allah
rahmet eylesin– mühim bir şeyh ve mürşit ve cazibedar
bir nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen
Risale-i Nur
’un elli-altmış şakirtleri içinde celpkârâne
sohbet ettiği hâlde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten
kendine çekebildi. Mütebâkîsi, o cazibedar şeyhe karşı
müstağni kaldılar.
Risale-i Nur
’un yüksek, kıymettar hiz-
met-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.
o şakirtlerin gayet keskin kalp ve basireti şöyle bir ha-
kikati anlamış ki:
Risale-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve
şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın
imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine
çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü,
iman saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için, bir mü’mine
küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder; velâ-
yet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır.
Bir
adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne ka-
dar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı
velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.
basiret:
kalp gözüyle görme,
doğru ve ölçülü görüş.
cazibedar:
çekici, cazibeli.
celpkârâne:
bir yere çağırıp çe-
ker gibi, çekip götürürcesine.
evliya:
veliler, Allah dostları.
faide:
fayda.
gayet:
son derece.
hakikat:
gerçek, doğruluk; görü-
len bir şeyin aslı, esası.
hizmet-i imaniye:
iman ve
Kur’an hakikatlerinin ikna edici
ve ilmî delillerle anlaşılmasına
hizmet etme.
iman:
inanç, itikat.
kâfî:
yeter, elverir.
kanaat:
elindeki ile yetinmek.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
küre-i arz:
yer küre, dünya.
leffen:
zarf ve mektup içine ko-
yarak.
mertebe:
derece, basamak.
muvakkaten:
geçici olarak.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
mü’min:
iman eden, inanan.
mürşit:
irşat eden, doğru yo-
lu gösteren, rehber, kılavuz.
müstağni:
muhtaç olmayan;
başkalarına ihtiyacı bulunma-
yan.
mütebâkî:
geri kalan.
mütemadiyen:
sürekli ola-
rak, devamlı.
nakşî:
Hz. Şah-ı Nakşibend’in
kurduğu tarikat ve bu tarika-
ta mensup olan.
nefer:
asker, er.
rahmet:
Allah’ın kullarını esir-
gemesi, onlara maddî ve ma-
nevî nimetler vermesi.
Risale-i nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin
eserlerinin adı.
saadet-i ebediye:
sonu ol-
mayan, sonsuz mutluluk.
saltanat-ı bâkiye:
bakî salta-
nat.
selâm:
barış, rahatlık, sela-
met ve esenlik dileme.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şeyh:
tarikat dersi veren ma-
nevî lider, mürşit.
tarikat:
Allah’a ulaşmak için
şeyhin gözetiminde müridin
takip edeceği terbiye usul ve
yolu.
temîn:
sağlama.
umum:
bütün.
velâyet:
velîlik, ermişlik, Al-
lah dostluğu.
velî:
Allah’ın sevgisine, hima-
yesine kavuşmuş, ermiş kim-
seler, Allah dostu, evliya.
vilayet:
il.
zat:
kişi, şahıs.
| 104 | K
astamonu
L
âhiKası