Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin
hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzü-
ne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alüfte fistanını giy-
dirmiş, hüsn-i mücerret tanımaz.
güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kàrie ihtar
eder. zahiren der: “sefahat fenadır, insanlara yakış-
maz.”
netice-i muzırrayı gösterir. Hâlbuki sefahate öyle müşev-
vikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim
kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder; his daha söz dinle-
mez. kur’ân’daki edebse, hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-i mücerret aşkı, cemalperestlik
zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.
kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir sanat-ı İlâhî,
bir sıbga-i rahmanî noktasında bahseder; akılları şa-
şırtmaz.
Marifet-i sâniin nurunu telkin eder, her şeyde ayetini gös-
terir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat bir-
birine benzemez.
Avrupazade edebse, fakdü’l-ahbaptan, sahipsizlikten
neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü vere-
mez.
akıl:
us, idrak, düşünme, anlama
ve tedbir alma, iyi ve kötüyü; hayır
ve şerri ayırt edebilme özelliği.
aktrist:
kadın oyuncu.
alüfte:
iffetsiz kadın.
aşk:
aşırı sevgi, tutku.
avrupazade edeb:
Avrupa kay-
naklı edebiyat; Batı medeniyetinin
çocuğu olan edebiyat.
ayet:
gerçeği gösteren delil.
bahsetmek:
anlatmak, ifade et-
mek.
belki:
kesinlikle, bilâkis.
beşer:
insan, insanlık, âdemoğlu.
cemalperestlik zevki:
güzelliği
görme tutkusunun zevki.
cihet:
yön, sebep.
edeb:
edebiyat.
fakdü’l-ahbap:
dostsuzluk, ahba-
bın yokluğu.
fasık:
günahkâr.
fena:
kötü.
fistan:
elbise.
gamlı hüzün:
acı veren, kederli,
kahredici üzüntü.
hakikatperestlik şevki:
doğruya,
gerçeğe tutkunluk heyecanı.
hâkim:
hükmeden, hükmü altına
alan.
hakperestlik hissi:
adalete, hakka
tutkunluk; hakkı, adaleti sevme
duygusu.
hâlbuki:
oysa ki.
heva:
nefsin arzu ve istekleri.
heves:
istek, arzu; gelip geçici is-
tek; nefsin hoşuna giden istek; akıl
dışı istek; zevk, eğlence.
his:
duygu.
hortlak:
mezardan çıkarak insan-
ları korkuttuğuna inanılan yaratık.
hüsn-i mücerret aşkı:
sadece gü-
zelliğin kendisine duyulan aşk,
sevgi.
hüsn-i mücerret:
soyut güzellik;
bizzat güzel olan şey, kendinden
güzellik.
ihtar:
hatırlatma.
iştiha:
istek, arzu.
kabir:
mezar.
kâinat:
evren, yaratılan her
şey.
kàri:
okuyucu, okuyan.
marifet-i sâni:
her şeyi sanatlı
olarak yaratan Allah’ı tanıtma,
bilme.
mazi:
geçmiş zaman.
müşevvikane:
teşvik eder şe-
kilde.
neş’et etme:
kaynaklanma.
netice-i muzırra:
zararlı so-
nuç.
nevi:
tür, çeşit.
nokta:
husus.
nur:
ışık, aydınlık. (kalb nuru).
rikkatli hüzün:
şefkatten kay-
naklanan üzüntü.
sanat-ı ilâhî:
Allah’ın eseri ve
sanatı.
sefahat:
ahlâksızlık, eğlence
ve zevke düşkünlük.
sıbga-i rahmanî:
Rahman
olan Allah’ın rahmetinden çı-
kan boya ve sanat.
tabiat:
madde âlemi, varlıklar.
tasvir:
ifade etme, suret giy-
dirme.
tehyiç:
heyecan verme, heye-
canlandırma.
telkin:
öğüt verme, fikir aşıla-
ma.
tenasüh:
(fel.) ruhun bir be-
denden çıkıp başka bir bede-
ne girmesi; ruhun bir cisimden
ötekine, bazen de insandan
hayvana veya hayvandan in-
sana geçmesi şeklindeki batıl
inanç.
tenasühvari:
ruhların beden
değiştirmesi şeklinde.
ulvî hüzün:
yüce, değerli
üzüntü.
Zahiren:
görünüşte.
zevk:
tat, lezzet.
ç
ekirdekler
ç
içekleri
| 728 |
Eski said dönEmi EsErlEri