abes olamaz, fenâ-i mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i
sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, cennet dahi ağuş-i na-
zenderânesini açıp bekliyorlar.
Şu ayetler gibi çok berahin-i lâtifeyi tazammun eden
âyât-ı saireyi kıyas ile tetebbu et. İşte bu menabi-i aşere
muktazinin vücuduna kat’iyen delâlet eder.
İKİNCİ MAKAM
Fail muktedirdir. kudrette noksan yoktur. Azam ve as-
gar ona nisbeten birdirler. evet, bir kadîr ki, âlem bütün
güneşleri, yıldızları, avalimi, zerratı, cevahiri, gayr-i mü-
tenahî lisanlar ile azametine, kudretine şahadet eder.
Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cis-
manîyi o kudretten istib’at etsin. Şurada yalnız deriz: en
çok ve en büyük şey, en basit ve en küçük şeye nispeten
kudrete daha ağır gelemez.
(1)
m
In
óp
MGn
h m
¢ùr
Øn
æ`n
c s
’p
G r
º o
µ
o
`ãr
©n
H n
’n
h r
º o
µ
o
?r
?n
N Én
e
İşte şu sırrı
Sünuhat
’ta yazmıştım. Makamın münase-
betiyle naklediyorum: İşte, kudret zatiyedir, acz tahallül
edemez. Melekûtiyete taallûk eder. Mevani tedahül ede-
mez. nispeti kanunîdir. Cüz külle müsavi; cüz’î küllî hük-
müne geçer.
Birinci Nokta:
kudret-i ezeliye zat-ı Akdes’e lâzı-
me-i zaruriye-i naşie-i zatiyedir. öyle ise, zıddı olan acz,
onun melzumu olan zata bilbedahe arız olamaz. Madem
acz zata arız olamaz; bilbedahe kudrete tahallül edemez.
kadîr:
kudret sahibi olan ve her
şeye gücü yeten Allah.
kat’iyen:
kat’î olarak, kesinlikle.
kıyas:
karşılaştırma.
kudret:
kuvvet, güç.
kudret-i ezeliye:
ezele ait kudret,
başı-sonu olmayan sonsuz İlâhî
kudret, kuvvet.
küll:
bütün.
küllî:
bütüne ait.
lâzıme-i zaruriye-i naşie-i zati-
ye:
varlı€ından dolayı ister iste-
mez gerekli olan.
lisan:
dil.
mahkûm:
hükümlü, mecbur.
makam:
yer, mevki.
melzum:
bir şeyin varlı€ı için ge-
rekli olan, lüzumlu kılınan.
menabi-i aşere:
on kaynak.
mevani:
engeller, mâniler.
muktazi:
gerekli olan.
muktedir:
iktidarlı, gücü yeten.
münasebet:
uygunluk.
müsavi:
eşit, denk, birinin ötekin-
den farksız olanı.
nakletmek:
aktarmak.
nispet:
iki veya daha fazla şey ara-
sındaki münasebet, ba€lılık, ilgi,
ba€, münasebet.
nispeten:
oranla, kıyasla.
noksan:
eksiklik, kusurlu oluş.
nokta:
konu, konu ile ilgili önemli
bölüm.
sır:
bir şeyin veya işin dikkat, tec-
rübe, yetenek ve tecrübe ile an-
laşılabilen en zor ve en ince yanı,
insanın aklının erişemedi€i İlâhî
hikmet.
sünuhat:
Bediüzzaman Said Nur-
sî’nin bir eseri.
şahadet:
tanıklık.
taallûk:
ilişi€i, ilgisi olma, müna-
sebet; ait olma.
tahallül:
içine girme, hulûl etme;
bozulma, de€işme.
tahallül etmek:
araya girmek, sız-
mak; müdahale etmek.
tazammun etmek:
içine almak,
içermek.
tedahül etmek:
birbirinin içine gir-
mek, karışmak.
tetebbu etmek:
etraflıca araştır-
mak, iyice incelemek, bir şey hak-
kında geniş bilgi edinmek.
vehim:
yanlış ve esassız düşünce.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kalbe
gelen asılsız kötü ve sinsi düşün-
ce.
vücut:
var olma, varlık.
zat:
bir şeye kaynaklık eden kişi-
lik, bir şeyin varlı€ının kayna€ı
olan kişilik.
Zat-ı akdes:
en mukaddes zat,
her türlü kusur ve noksandan
uzak ve pâk olan zat; Allah.
zatiye:
zatın kendisinden olan.
zerrat:
moleküller.
abes:
lüzumsuz.
acz:
güçsüzlük.
adem-i sırf:
yokluk.
a€uş-i nazenderâne:
sevgili-
ye uygun hoş kucak.
âlem:
dünya.
arız olmak:
bir şeyin aslından
olmayıp dışarıdan bulaşmak,
katılmak.
asgar:
küçük.
avalim:
dünyalar, âlemler.
âyât-ı saire:
di€er ayetler.
azam:
büyük.
azamet:
büyüklük.
berahin-i lâtife:
hoş güzel de-
liller.
bilbedahe:
açıkça, açıklıkla.
cevahir:
cevherler, özler.
cüz:
parça.
cüz’î:
küçük.
delâlet etmek:
delil olmak,
göstermek.
fail:
işleyen, yapan.
fenâ-i mutlak:
sonsuz yok
oluş, mutlak yok oluş.
gayr-i mütenahî:
sonsuz, sı-
nırsız.
haşr-i cismanî:
cisimle, ceset-
le dirilme, ruhla beraber be-
denlerin ve vücutların haşri.
hükmüne:
yerine.
istib’at etmek:
olmayacak
sanmak, akıldan uzak görmek.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 433 |
n
okTa
1.
Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Su-
resi: 28.)