derece medenî, mütenebbih, ehl-i servettir. demek…”
ilâahir.
Ben de derim ki
:
ey Müslüman! Biri maddî, biri manevî, Avrupa rüçha-
nının iki sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin te-
sir-i muharribânesine karşı, mevcudiyetimizin hamîsi
olan İslâmiyet’ten elini gevşetme, dört el ile sarıl. Yoksa
mahvolursun!
evet, biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bu-
nun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri manevîdir.
BirinciSebep:
Umum Hristiyanın kilisesi ve maden-i
hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. zira dardır,
güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır, deniz ve
enharı bağırsaklarıdır; bâriddir.
evet, Avrupa küre-i zeminin hums-i öşrü iken, nev-i
beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş.
Hikmeten sabittir ki, efrad-ı kesîrenin içtimaı, ihtiyacatı
intaç eder. görenek gibi çok esbap ile tekessür eden ha-
cat, zeminin kuvve-i nâbitesine sığışmaz. İşte şu nokta-
dan ihtiyaç sanata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefa-
hate hocalık edip talime başlarlar.
evet, fikr-i sanat, meyl-i marifet, kesretten çıkar. Av-
rupa’nın darlığı ve deniz ve enharî olan vesait-i tabiiye-i
münakale içinde dolaşması sebebiyle, tearüf ticareti, tea-
vün iştirak-i mesaiyi intaç ettikleri gibi, temas dahi telâ-
huk-i efkârı, rekabet de müsabakatı tevlit ederler. Ve
avrupa:
Avrupa, fikir hayatımızda
coğrafî özelliklerden ziyade; din,
kültür, medeniyet, v.b. yönlerden
belli bir zihniyeti ve fikri temsil
eder.
bârid:
soğuk.
derece:
mertebe, kademe.
efrad-ı kesîre:
kalabalık insan
topluluğu.
ehl-i servet:
servet sahibi, zengin.
enhar:
ırmaklar, çaylar, nehirler.
esbap:
nedenler, sebepler.
fikr-i sanat:
sanat fikri.
görenek:
nesillerce aktarılan alış-
kanlıklar.
hacat:
hacetler, ihtiyaçlar, gerekli
nesneler; dilekler, istekler.
hamî:
koruyan, sahip çıkan.
hikmeten:
hikmetçe, hikmet ba-
kımından.
hoca:
öğretmen, muallim.
hums-i öşür:
onda birin beşte biri;
ellide bir.
içtima:
toplanmas.
ihtiyacat:
ihtiyaçlar, lüzumlu olan
şeyler.
ihtiyaç:
gereklilik, lüzumluluk hâli,
muhtaç oluş.
ilâahir:
sona kadar, sonuna kadar.
ilim:
bilme, biliş, bilgi.
intaç etmek:
netice vermek.
iştirak-ı mesai:
çalışmada ortak-
lık, birliktelik.
kesret:
fazlalık, ziyadelik.
kilise:
Hristiyanların mabedi, Hris-
tiyanların ibadet ettiği bina; Hristi-
yan mezhebi.
kuvve-i nâbite:
bitkilerde bulu-
nan bitme meyli, filizlenip büyü-
me kabiliyeti.
küre-i zemin:
yeryüzü, yer yuvar-
lağı, dünya.
letafet-i fıtriye:
yaratılıştan olan
güzellik, şirinlik.
maddî:
maddeye ait, madde ile
alâkalı, cismanî.
maden-i hayat:
hayat kaynağı.
mahvolmak:
ortadan kalkmak,
batmak, bitmek.
manevî:
madde dışı olan; manaya
ait; ruha ve içe ait olan; fikrî, hissî.
medenî:
hayat tarzı, bilgi seviyesi
bakımından yüksek durumda.
merak:
bir şeyi öğrenmek iste-
mek, çok şiddetli arzu, heves.
mevcudiyet:
mevcut olma, varlık.
meyl-i marifet:
bilme öğrenme is-
teği, ilim sahibi olma arzusu.
müsabakat:
yarışlar, yarışmalar.
mütenebbih:
uyanmış, uyanık.
netice:
sonuç.
netice-i müthiş:
dehşetli so-
nuç.
nev-i beşer:
insanoğlu, insan
soyu; insanlar.
rekabet:
aynı amacı güden
kimseler arasındaki çekişme,
yarışma, yarış.
rub’:
dörtte bir, çeyrek.
rüçhan:
üstünlük, üstün ol-
mak.
sabit:
ispat edilmiş, ispatlan-
mış.
sanat:
el yatkınlığına ve alış-
kanlığına dayalı olarak öğreni-
len ve yapılan iş, zenaat.
sebep:
bir şeyin ortaya çıkma-
sını gerektiren şey.
talim:
bir işi öğrenmek veya
alıştırmak.
tearüf:
birbirini tanımak, ta-
nışmak.
teavün:
yardımlaşmak, birbiri-
ne yardım etmek.
tekessür etmek:
çoğalmak,
kesretli olmak.
telâhuk-i efkâr:
fikirlerin bir-
leşerek kuvvetlenmesi.
temas:
irtibatlı olmak, dokun-
mak, değmek.
tesir-i mukarrebîne:
tahrip
edici, yıkıcı etki.
tevlit etmek:
doğurtmak; se-
bep olmak, vücuda getirmek.
ticaret:
alım satım, mal alım
satımı.
umum:
hep, bütün.
vaziyet-i fıtriye:
tabiî yapısı.
vesait-i sefahat:
sefahat, zevk
ve eğlence vasıtaları.
vesait-i tabiiye-i münakale:
tabiî ulaştırma araçları.
zemin:
yer; yeryüzü.
zira:
çünkü.
d
evaü
’
l
-Y
eis
| 384 |
Eski said dönEmi EsErlEri