görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan
İ.g. elini uzatıp arıyor. nerede Hristiyan bulsa, hayat ve-
riyor: İşte Habeş, sudan; işte tayyar, Artuşî; işte lüb-
nan, Huran; işte Malsor ve Arnavut; işte kürd ve erme-
ni, türk ve rum, ilâahir…
Elhâsıl
: onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren
yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: “eğer bir nokta-i istinat
bulsam küre-i zemini yerinden oynatırım.” Bu faraziyede
acip bir nokta vardır. demek bu küçücük insan, nokta-i
istinat bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.
ey ehl-i İslâm! İşte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâ-
miyet’e çökmüş olan mesaip ve devahîye karşı nokta-i
istinadınız, muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı ef-
kârı, uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslâmiyet’tir.
Bak, âlem-i İslâm’ın şu büyük dairenin nokta-i uzma-
sından tut, tâ en küçük dairenin –meselâ medrese tale-
belerinin– birer ukde-i hayatiyesi vardır. Hey’et-i içtima-
iyenin efrat ve revabıtı birbirine istinadı gibi, o ukdeler
dahi birbirine merbut, müteselsilen o nokta-i uzmaya
müstenittir. demek bütün o ukde-i hayatiyelerini boğ-
mak değil, belki tenebbüh ve neşvünema vermekle İslâm
tenebbüh edip, terakkiye başlayabilir.
Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini mesavimizle ve te-
lâhuk-i efkârının semeratını bizim bir şahsın semere-i
sa’yi ile, insafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmek-
le, Hristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti
ona mal etmek, İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona
acip:
tuhaf, hayret veren, hayrette
bırakan, şaşılacak şey.
âlem-i islâm:
İslâm âlemi, İslâm
dünyası.
âlem-i islâmiyet:
İslâm âlemi.
belki:
hatta.
cerbeze:
aldatıcı sözlerle kurnaz-
lık.
devahî:
büyük belâlar.
efrat:
fertler, tek olanlar, birler.
ehl-i islâm:
İslâm topluluğu, Müs-
lümanlar.
elhâsıl:
netice itibarıyla, kısacası.
emel:
ümit, ummak.
faraziye:
bir netice elde etmek
için ihtimalli veya gerçek olarak
kabul edilen bir tahminde bulun-
mak.
hey’et-i içtimaiye:
sosyal toplu-
luk, toplum; içtimaî yapı.
hürriyetperver:
hürriyet taraftarı.
ilâahir:
sona kadar, sonuna kadar.
imtizac-ı efkâr:
fikirlerin uyuşma-
sı birleşmesi.
insafsızca:
haksızlık ederek hakkı
düşünmeyerek.
istinat:
dayanmak; güvenmek, iti-
mat etmek.
ittihat:
aynı fikir ve görüşte ol-
mak, fikir birliği etmek.
küre:
dünya, yeryüzü.
küre-i zemin:
yeryüzü, yer yuvar-
lağı, dünya.
marifet:
tefekkürle elde edilen bil-
gi.
maske:
bir şeyin gerçek hâlini giz-
leyen unsur.
medeniyet:
ilim, teknik, sanayi ve
ticaretin nimetlerinden gerçek an-
lamda yararlanarak, bolluk, gü-
venlik ve rahatlık içinde yaşayış.
medrese:
İslâm dünyasında dü-
zenli öğretim kuruluşu, mektep.
mehasin:
güzellikler, hüsünler, iyi-
likler.
mehasin-i medeniyet:
medeni-
yetin güzellikleri, iyilikleri.
merbut:
bağlı, raptedilmiş.
mesaip:
felâketler; uğursuzluklar.
mesavi:
kötü hâller, fenalıklar.
meselâ:
misal olarak, şunun gibi,
söz gelişi, faraza.
meşhur:
herkesin bildiği.
muhabbet:
sevgi, sevme, dostluk.
muvazene etmek:
karşılaştır-
mak, denk tutmak.
müstenit:
istinat eden, daya-
nan.
müteselsilen:
sıra ile, birbiri
peşi sıra.
neşvünema:
yayılıp gelişmek,
büyüyüp gelişmek.
nokta-i islâmiyet:
İslåmiyet
bakışı, İslåmiyet hususu.
nokta-i istinat:
dayanak nok-
tası, güvenme ve itimat nok-
tası.
nokta-i uzma:
büyük nokta.
revabıt:
rabıtalar, bağlar; mü-
nasebetler, ilgiler.
semerat:
semereler, meyve-
ler.
semere-i sa’y:
gayretin mey-
vesi; çalışma sonucu elde edi-
len kâr, fayda.
şahıs:
kişi, kimse, fert, birey.
talebe:
öğrenciler, tahsil gö-
renler.
teavün:
yardımlaşma, birbiri-
ne yardım etme.
tedenni:
alçalma, gerileme.
telâhuk-i efkâr:
fikirlerin bir-
leşerek kuvvetlenmesi.
tenebbüh etmek:
gafletten
kurtulma, kendine gelme, aklı-
nı başına toplama.
tenebbüh:
gafletten kurtul-
mak, kendine gelmek, aklını
başına toplamak.
terakki:
ilerleme, gelişme.
uhuvvet:
samimî dostluk,
dostluk, bağlılık, sadâkat.
ukde:
düğüm, bağ.
ukde-i hayatiye:
hayatla ilgili
düğüm, hayat düğümü.
yeis:
ümitsizlik; ümitsizlikten
meydana gelen üzüntü ve ka-
ramsarlık.
d
evaü
’
l
-Y
eis
| 386 |
Eski said dönEmi EsErlEri