Felekzede,
(HaşİYe)
perişan, fakat asil bir aşiretten bir
cesur adam ile tâlii yaver, feleği müsait diğer bir aşiretten
bir korkakla bir yerde rast gelirler. Müfahere, münazara
başlar.
evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu
görür; izzet-i nefsine yediremez, başını indirir. nefsine
bakar, bir derece ağır görür. eyvah, o vakit “neme lâ-
zım, işte ben, işte ef’alim” gibi şahsiyatla yaralanmış gu-
ruru feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip veya asıl-
sızlık gösterip, başka aşirete intisap eder.
İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri gözü-
nü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartır. nefsine bakar,
gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakâri, fikr-i milliyet
uyanır, “Aşiretime kurban olayım” der.
eğer bu temsilin remzini anladınsa, şu müsabaka ve
mücadele meydanı olan bu cihan-ı ibrette, bir Müslim,
meselâ bir Hristiyan veya bir kürd, bir rum ile manen
hissiyatları mübareze-i hamiyette mukabele ve muvaze-
ne ile tezahür etse, temsilin sırrını göreceksin. lâkin şu
tefavüt, herkesin zannettiği gibi değildir. Belki zahirpe-
restlik ve sathîlik ve galat-ı histen gelmiştir.
ey Müslüman, aldanma, başını indirme! paslanmış
bîhemta bir elmas, daima mücellâ cama müreccahtır.
zahiren olan İslâmiyet’in zaafı şu medeniyet-i hâzıranın,
başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Hâlbuki şu
hiss-i gurur:
kendini üstün görme
duygusu.
hissiyat:
hisler, duygular.
intisap etmek:
mensup olmak,
bağlanmak.
izzet-i nefis:
insanın vakar ve hay-
siyetini korumaya özen gösterme-
si.
lâkin:
ama.
manen:
mana itibarıyla, manaca.
mecaz:
sözü asıl anlamından baş-
ka anlamda kullanma.
medeniyet-i hâzıra:
şimdiki me-
deniyet.
mefahir:
iftihar edilecek, övünüle-
cek şeyler, mefharetler.
meydan:
alan, yer, ortam.
mukabele:
karşılık verme, karşıla-
ma.
muvazene:
karşılaştırma, denk
tutma.
mübareze-i hamiyet:
mukaddes
değerler için yapılan kavga.
mücadele:
bir gayeye varmak için
gösterilen ferdî veya toplu çaba.
mücellâ:
cilâlanmış, cilâlı, parlatıl-
mış, parlak.
müfahere:
birbirine karşı üstünlük
yarışı.
münazara:
bir konu üzerinde ya-
pılan tartışma.
müreccah:
tercih edilen, üstün tu-
tulan.
müsabaka:
yarış, yarışma, birbirini
yenmeye çalışmak.
müsait:
elverişli, uygun, muvafık.
müslim:
İslâm dininden olan, Müs-
lüman.
nefis:
kendi, şahıs.
perişan:
acınacak hâlde bulunan,
derbeder.
rast gelmek:
karşılaşmak.
remiz:
kelime ve cümleye yükle-
nilmiş gizli mana.
sathîlik:
yüzeysellik, üstünkörü-
lük.
sır:
bir şeyin veya işin dikkat, yete-
nek ve tecrübe ile anlaşılabilen en
zor yanı.
şahsiyet:
kişilik, kişi özelliği.
tali:
kısmet, baht.
tefavüt:
farklılık.
temsil:
misal getirme.
tezahür etmek:
ortaya çıkmak,
meydana çıkmak, belirmek.
vakit:
zaman.
yaver:
yardımcı.
zaaf:
zayıflık, kuvvetsizlik.
zahiren:
görünüşte.
zahirperestlik:
görünüşe göre de-
ğerlendirmek, kıymet vermek.
zannetme:
sanma, kesin olarak
bilmeksizin ihtimalle hükmetmek.
zelil:
zillete uğramış, hakir, aşağı
tutulmuş, aşağılanmış.
zindan:
hapishane.
asil:
soylu.
aşiret:
göçebe hâlinde yaşa-
yan, çoğunlukla bir soydan ge-
len insanlar, kabile, oymak.
bakar:
öküz, sığır.
bîhemta:
eşsiz, benzersiz,
dengi olmayan.
cesur:
cesaretli, yürekli, yiğit.
cihan-ı ibret:
ibret dünyası,
ders alınacak dünya.
daima:
her vakit, sürekli, her
zaman.
derece:
miktar.
ef’al:
fiiller, işler, ameller.
elmas:
çok kıymetli bir mü-
cevher.
felek:
talih, kader.
felekzede:
feleğin zulmüne
uğramış, tâli’siz.
feryat:
sızlanma, şikåyet.
fikr-i milliyet:
milliyetçilik fik-
ri.
galat-ı his:
duyuştaki aldanış,
his yanılması.
gurur:
kendini yüksek ve de-
ğerli tutma hissi.
hâlbuki:
oysa ki.
haşiye:
dipnot.
hiss-i fedakârî:
özveriyle ilgili
duygu.
HaşİYe:
demek
(1)
p
ôp
aÉn
µ`r
dG o
á s
æ`n
Ln
h p
øp
er
D
ƒo
ªr
dG o
ør
é°p
S Én
«r
f t
ódn
G
mecaz değilmiş.
(2)
Eski said dönEmi EsErlEri
| 391 |
d
evaü
’
l
-Y
eis
1.
Dünya mü'minin zindanı, kâfirin cennetidir. (Müslim, Züht: 1; İbniMâce, Züht: 3; Müsned,
2:197, 323, 389, 485.)
2.
Bu haşiye ilk baskı nüshadan alınmıştır.