oldu€u hâlde ve ihtar edildi€i zaman, “en büyük ders,
do€ruluk yolunda ölümünü istihkâr dersi vermektir”;
“Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır” fikrine karşı,
Aşinayız; bize bigânedir endişe-i mevt.
Adl ü hak u€runa nezreylemişiz canımızı.
(1)
mısraları ile mukabele ederdi.
said-i hüşyarın saffet-i ruhunu, besalet ve şecaatini,
fedakârlı€ındaki nihayetsizli€ini anlamak ve ona ba€lan-
mak için lisan-ı hamasetinden bu mezkûr mısralarını din-
lemek kifayet eder:
Sarayı, zindanı yık, taşlarını başlara vur,
yere indir güneşi, “yıldız”ı eflâke savur,
Ser-i bîdâdı kopar, kalb-i ta’dâyı kavur,
Ol bize âb-ı hayat âteş-i seyyal-i memat!
(2)
Bediüzzaman’a zurefadan biri bir gün, irfanıyla müte-
nasip bir esvap iktisası lüzumundan bahseder. Müşarüni-
leyh de, “siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz;
hem onun yolladı€ı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bü-
tün Avrupa’ya boykot yapıyorum;
(HaşİYe)
onun için yal-
nız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyo-
rum” buyurmuştur.
elyevm, said nursî memleketine döndü. karışmış İs-
tanbul’un hava-i gıllugışından ve tezviratından ve bedra-
ka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının
Eski said dönEmi EsErlEri
| 115 |
d
ivan
-
ı
H
arB
-
i
Ö
rfî
yet çektirme.
defa:
kere, kez.
ders:
ö€üt, nasihat.
elyevm:
bugün.
endişe-i mevt:
ölüm endişesi,
ölüm korkusu.
esvap:
elbise.
fedakârlık:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe saymak, feda
etmek.
fikir:
düşünce; görüş.
güya:
sanki, sözde.
hâlde:
durumda.
haşiye:
bir kitabın sayfalarının ke-
narına veya altına yazılan açıklayı-
cı yazı, dipnot.
hava-i gıllugış:
karma karışık ha-
va.
ihtar etmek:
hatırlatmak, dikkati-
ni çekmek, uyarmak.
iktisa:
giyme, giyinme.
irfan:
anlayış, sezişi; ruh uyanıklı€ı;
kültür.
istihkâr:
kıymet vermemek.
kalpak:
deri veya deri taklidi ku-
maştan yapılan tüylü başlık.
kifayet etmek:
kâfi miktarda ol-
mak, yeter, yeterlilik.
lâzım:
gerek, gerekli, lüzumlu.
lisan-ı hamaset:
cesaretli lisan,
pervasız konuşmak.
lüzum:
gerekme, gereklik.
maddî:
cismanî; para, mal vb. şey-
lerle ilgili.
mamulât:
imal edilmiş, yapılmış
şeyler; makine veya elle işlenmiş
eşya.
manevî:
manaya ait; ruha ve içe
ait olan, ruhî.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
mısra:
bir şiiri meydana getiren
satırların her biri.
mukabele etmek:
karşılık ver-
mek.
müşarünileyh:
adı geçen, kendisi-
ne işaret edilmiş olan.
mütenasip:
uygun olan; orantılı.
nezreylemek:
Allah’a söz vermek,
adamak.
nihayetsizlik:
sonsuzluk.
saffet-i ruh:
ruh temizli€i.
said-i hüşyar:
uyanık akıllı Said.
sene:
yıl.
şecaat:
yüreklilik, korkusuzluk.
tezvirat:
yalan dolan şeyler.
zürefa:
zarif kimseler, zarifler.
âb-ı hayat:
hayat suyu.
adl ü hak:
hak ve adalet.
aşina:
bildik, tanıdık.
ateş-i seyyal-i memat:
ölü-
mün akıp giden ateşi.
bahsetmek:
söylemek, konu
etmek.
bediüzzaman:
zamanın, ça€ın
eşsiz güzelli€i.
bedraka-i efkâr:
fikirlerin kıla-
vuzu, yol göstericisi.
besalet:
kahramanlık, cesur-
luk.
bigâne:
ilgisiz; yabancı.
boykot:
sosyal ve iktisadî iliş-
kileri kesmek; bir çeşit protes-
to.
cebrüişkence:
zorlama ve ezi-
1.
Bir müstensih hatası olarak atlandı€ını düşündü€ümüz aşa€ıdaki kıt’anın son mısraı olan
“olbizeâb-ıhayatâteş-iseyyal-imemat”
Lâtin harfleriyle neşredilen nüshalarda buranın
3. mısraı gibi kayedilmiştir.
2.
Lâtin harfleriyle neşredilen nüshalarda muhtemelen dizgi hatası olarak atlanmış olan bu
kıta, teksir nüshadan buraya alınmıştır. Teksir nüshada ayrıca “lisan-ı hamasetinden” iba-
resinden sonrası şöyle geçmektedir:
“ezcümle, şöyle bir parçasını dinlemek kifayet
eder.”
HaşİYe:
otuz sene cebrüişkenceler altında sıkıştırıldı€ı hâlde hiçbir defa
Avrupa şapkasını başına koymadı.