cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâ-
ve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yük-
leyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi
edilmeyecek bir tehlike olur.
Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde
muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye
ben ve nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve
mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye ka-
rar vereceğiz.
• Ü
ÇÜNCÜsÜ
:
İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir
kanun-i esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,
(1)
Ék
°†r
©n
H o
¬o
°†r
©n
H t
óo
°ûn
j p
¢Uƒo
°Ur
ôn
ªr
dG p
¿Én
«r
æo
Ñr
dÉn
c p
øp
erD
ƒo
ªr
?p
d o
øp
erD
ƒo
ªr
dn
G
haki-
katıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı,
dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.
Hatta en bedevî tâifeler dahi bu kanun-i esasînin menfa-
atini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o tai-
fe birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri hâlde, o dâ-
hildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def olunca-
ya kadar tesanüd ettikleri hâlde; binler teessüflerle deriz
ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siya-
setten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına
şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek
yardım etse lânet edecek gibi hâdisatlar görünüyor.
Hatta, bir salih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük
salih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet
aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar
Emirdağ Lâhikası – ıı | 763 |
lânet:
Allah’ın rahmetinden mah-
rumluk; Allah’ın af ve merhame-
tinden uzak olma.
leh:
onun tarafına, ondan yana,
birinin faydası için yapılan hare-
ket.
menfaat:
fayda.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
muhafaza:
koruma.
muhalif:
zıt, karşıt, aykırı.
mukabil:
karşılık.
muvaffak:
başarmış, başarılı.
Nurcu:
Bediüzzaman Said Nur-
sî’nin eserlerine ve fikirlerine ta-
raftar olan, Risale-i Nur’ları okuyup
neşreden kimse.
rahmet:
Allah’ın kullarını esirge-
mesi, onlara maddî ve manevî ni-
metler vermesi.
salih:
dinin emir ve yasaklarına
uygun hareket eden, takva sahibi,
müttakî.
taife:
kavim, kabile.
tarafgirâne:
taraf tutarcasına, bir
tarafı destekleyerek.
taraftar:
taraflı, bir tarafı destek-
leyen.
tecavüz:
saldırma, sınırını aşma.
teessüf:
üzülme, eseflenme, bir
şeyin tesirini hissetme, acı duyma.
tekfir:
birini küfürle suçlama, bir
kimseyi yaptığı bir işten veya bir
sözden dolayı kâfir sayma.
telâfi:
tamamlama, yerini dol-
durma, zararı karşılama.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
zındık:
Allah’a ve ahirete inanma-
yan, Allah’ı inkâr eden, imansız,
münkir.
adavet:
düşmanlık, husumet.
aleyh:
karşı, karşıt.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim
adamı.
bedevî:
iptidaî tarzda yaşayan,
medenî olmayan.
Cenab-ı hak:
Allah; doğru, ger-
çek, Hakkın tâ kendisi olan,
şeref ve azamet sahibi yüce
Allah.
dâhil:
içeri, iç.
dair:
alakalı, ilgili.
def:
kovma, uzaklaştırma.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
fikr-i siyasî:
siyasî düşünce.
gaddar:
çok fazla zulüm ve
haksızlık eden.
gıybet:
arkadan çekiştirmek,
hazır olmayan birisinin aley-
hinde konuşma.
hâdisat:
hadiseler, olaylar.
hadis-i şerif:
Peygamberimiz-
den aktarılan sözlerin genel
adı.
hakikat:
gerçek, doğru.
hariç:
dışarıda.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal ha-
yat, toplum hayatı.
hizmet:
görev, vazife.
hodfüruş:
kendini beğendir-
meye çalışan, övünen.
kanun-ı esasî:
ana prensipler,
anayasa.
1.
Mü’min için mü’min, sağlam yapılmış bir binânın birbirine kuvvet veren elemanları gibidir.
(Buhârî, Salât: 88; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Neseî, Zekât: 67.)