nimetlere küfran perdesini çekmek, aynen o misal gibi,
maddiyyunların ve ehl-i dalâletin hadsiz bir divanelikleri-
dir ki, hadsiz bir cinayet olup, hadsiz bir azaba onları müs-
tahak eder.
İşte kardeşlerim, hakikaten bugün,
Siracünnur
’un ba-
şındaki münacatı tashih niyetiyle okudum. kuvve-i hafı-
zam tam söndüğü için, birden o münacatın hakikatlerine
karşı, güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim
gibi, birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdet-
ler perde olamadı. kemal-i şevk ile tam istifade edip oku-
dum. pek harika gördüm. Ve anladım ki, gizli düşmanla-
rımız bir kısım resmî memurları aldatıp,
Siracünnur
’un
ahirini bahane ederek müsaderesine, yani başındaki mü-
nacatın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi.
Rehber’
deki Hüve nüktesi gibi bu
Münacat
da,
Sira-
cünnur
’a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.
Sa l i sen:
size bütün ruhucanımızla müjde veriyoruz
ki, nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sadâkat ve sarsılmaz
tesanüt vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hiz-
met-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş
ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen nurun fütuhat-
ları oluyor.
Meselâ, Isparta’dan buraya, yani İstanbul’a mahkeme-
ye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyet-
le verildi. sizi temin ediyorum ki, yalnız bu meselede ve
yalnız
Rehber’
e ait ve yalnız benim şahsıma ait meydana
Emirdağ Lâhikası – ıı | 685 |
mecburiyet:
mecbur olma, zaru-
rîlik durumu, zorunluluk.
meselâ:
misal olarak, şunun gibi,
söz gelişi, faraza.
mesele:
konu.
misal:
benzer, örnek.
musibet:
felaket, bela.
münacat:
dua.
müsadere:
toplatma, elden alma.
müstahak:
lâyık olunan, hak edi-
len şey.
Nur:
Risale-i Nur.
Nurcu:
Risale-i Nur’u okuyup yay-
maya çalışan.
resmî:
devletin olan, devlete ait,
devletle ilgili.
ruhucan:
candan, gönülden.
sadâkat:
bağlılık, doğruluk.
salisen:
üçüncü olarak.
tashih:
düzeltme, yanlışını gi-
derme.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
ülfet:
alışkanlık hâline getirme,
huy edinme.
vesile:
bahane, sebep.
âdet:
görenek, usul, alışkan-
lık.
ahir:
son.
azap:
günahlara karşı çekile-
cek ceza, eziyet, işkence.
bahane:
asıl sebebi gizlemek
için ileri sürülen uydurma se-
bep.
banknot:
kâğıt bir lira.
cinayet:
bu derecede ağır suç.
divane:
deli, aklı başında ol-
mayan.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
fütuhat:
fethetmek, yayılmak.
güya:
sanki.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hakikaten:
doğrusu, gerçek-
ten.
hakikî:
gerçek, sahici.
harika:
olağanüstü.
hizmet-i imaniye:
iman hiz-
meti; Risale-i Nur’la hizmet.
ihlâs:
bir işi, bir ameli, başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf
Allah rızası için yapma.
intişar:
yayılma, yaygınlaşma,
neşrolunma.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kemal-i şevk:
tam ve kusur-
suz bir istek.
kuvve-i hafıza:
hafıza gücü.
küfran:
iyilik bilmeme, görü-
len iyiliği unutma, nankörlük.
maddiyyun:
maddenin ezelî
ve ebedî olduğuna, sonradan
yaratılmamış bulunduğuna
inananlar, maddeye bağlı ka-
lanlar, maddeciler, materya-
listler.
malûm:
bilinen, bilinir olan.