hayatımda ve otuz büyük mecmualarımda bu suça
müspet bir delil bulamadılar. Hâlbuki böyle meselelerde
bir mahkeme madem bulmadı ve mes’ul edemedi. Başka
mahkemelerin musırrâne aynı meseleyi esas tutmaları,
bütün bütün kanuna ve akla ve âdete muhalif bir hâlettir.
Belki siyaseti dinsizliğe âlet edenler kısmı, kendilerine bir
perde olarak bu ittihamı bizlere ediyorlar.
Bununla beraber, dine hizmet itibarıyla taallûk eden es-
ki altmış senelik hayat-ı ilmiyem kat’î bir hüccet ve yakîn
bir delildir ki, bütün hayatımda temas ettiğim siyaseti ve
dünyayı ve bütün içtimaî cereyanları dine hizmetkâr ve
alet ve tâbi yapmak düsturuyla hareket etmişim. Mahke-
melerde de hem dava, hem ispat etmişim ki, değil dini si-
yasete âlet yapmak, belki birtek hakikat-i imaniyeyi dün-
ya saltanatına değiştirmediğimi kat’î delillerle ispat etti-
ğim hâlde, böyle yirmi vecihle hakikate muhalif ve divâ-
necesine büyük makamınızı işgal eden bir kısım adliye
memurları ve siyasî adamlar bu acip hurafe gibi mesele-
yi hakikat zannedip yirmi sekiz sene bana zulmettikleri-
nin hakiki sebebini bugünlerde bildim. sebebi bu ki:
Bu enaniyetli zamandaki hizmet-i imaniyede en büyük
tehlikem ve manevî en büyük suçum ve cinayetim, bu za-
manda hizmet-i kur’âniyemi şahsıma ait maddî ve ma-
nevî terakkiyatıma ve kemalâtıma âlet yapmak imiş. Ce-
nab-ı Hakka hadsiz şükrediyorum ki, bu uzun zamanlar-
da ihtiyârım haricinde hizmet-i imaniyemi, değil maddî
ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma ve azaptan ve
Emirdağ Lâhikası – ıı | 659 |
töhmetli olma.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tered-
düde mahal bırakmayan.
kemalât:
kemaller, olgunluklar,
mükemmellikler.
maddî:
madde ile alakalı, cismanî.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
makam:
büyük memuriyet,
mevki.
manevî:
maddî olmayan, içe ait,
mana ile ilgili.
mecmua:
“Risale-i Nur” parçala-
rından her biri.
mesele:
konu.
mes’ul:
sorumlu, yükümlü.
muhalif:
zıt, karşıt, aykırı.
musırrâne:
ısrar ve inatla, ısrarlı
bir şekilde.
müspet:
pozitif, doğruluğu delille
ispatlanmış.
siyasî:
siyasetle uğraşan, siyaset
adamı.
taallûk:
alâkalı, münasebetli olma.
tâbi:
bir şeye uyan.
terakkiyat:
ilerlemeler, gelişmeler,
yükselişler.
vecih:
cihet, yön.
yakîn:
kesin bilme, şüpheden sıy-
rılarak son derece doğru ve kuv-
vetli bilme.
zulüm:
haksızlık, eziyet, cefa, iş-
kence.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
âdeta:
âdet olduğu üzere, her
zamanki gibi.
adliye:
mahkeme, yargılama
işleriyle uğraşan daire.
azap:
günahlara karşı kabirde
ve ahirette çekilecek ceza.
cereyan:
akım, fikir, sanat
veya siyaset hareketi.
cinayet:
bu derecede ağır suç.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
delil:
iz, nişan, emare.
divane:
deli, aklı başında ol-
mayan.
düstur:
kanun, kaide, kural,
prensip, esas.
enaniyet:
kendini beğenme,
bencillik, egoistlik.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek.
hakikat-i imaniye:
imana ait
olan gerçek.
hakikî:
gerçek.
hâlet:
hâl, suret, keyfiyet.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı,
dışta kalan.
hayat-ı ilmiye:
ilmî hayat,
ilimle ilgili çalışmalardan olu-
şan hayat.
hizmet-i imaniye:
iman hiz-
meti; Risale-i Nur’la hizmet.
hizmet-i kur’âniye:
Kur’ân’ın
hizmeti.
hizmetkâr:
hizmet yapan
kimse, hizmetçi.
hurafe:
sonradan uydurulan
söz, batıl inanış.
hüccet:
delil.
içtimaî:
topluluğa ait, top-
lumla ilgili, toplumsal.
ispat:
delil ve şahit göstererek
doğruyu ortaya koyma, doğ-
ruyu delillerle gösterme.
işgal:
tutma.
ittiham:
suç altında bulunma,