en mükemmel ve cami meyvesi olan zat-ı Ahmediye
Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm
mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisse-
lâmdan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edil-
miş. demek o pek fevkalâde ve acip sevap, zat-ı Ahme-
diyenin (
AsM
) velâyet-i kübrasından ona gelmiş. külli,
umumî değil, belki o duanın mahiyetinde böyle harika
bir kıymet var ve ism-i Âzam mazharı olan zatın tebaiye-
tiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet
ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez.
Yoksa muvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Sa l i sen:
o dua, nasıl ki zat-ı Ahmediyeye baktığı va-
kit mübalâğadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor. öy-
le de, o duadaki yüzer esma-i Hüsnanın hakikatlerine
baktığı zaman, değil mübalâğa, belki onların nihayetsiz
tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin
nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muh-
bir-i sadık (
AsM
) haber vermiş ve teşvik için müphem ve
mutlak bırakmış. sonra, mürur-i zamanla, o kaziye-i
mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki ve külliye telâkki edil-
miş.
Rab i an:
Yirminci lem’a-i İhlâsda, bir adama beş yüz
senelik bir genişlikte bir cennet verilmesine dair olan bir
haşiye var. ona da bak, gör ki, o koca cennetin verilme-
si, bilmediğimiz tarzda bir malikiyet değil, belki insan na-
sıl hususî hanesine çok cihetlerle maliktir, sahiptir; öyle
de, zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi
maliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem, koca dünyayı
Emirdağ Lâhikası – ı | 281 |
leme.
kıymet:
değer.
küllî:
umumî, genel.
külliye:
bütüne ait, bütünle ilgili,
umumîlik, bütünlük.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ta-
biatı, niteliği.
malik:
sahip.
malikiyet:
maliklik, malik ve sahip
olma.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
mertebe:
derece.
muhbir-i sadık:
doğru haberci; Al-
lah ve ahiretle ilgili doğru haberler
veren Peygamberimiz (asm) ve di-
ğer peygamberler.
mutlak:
herhangi bir kayda bağlı
olmayan, kayıtsız, şartsız.
muvazene-i ahkâm:
hükümler-
deki denge.
mübalâğa:
bir işi, bir şeyi çok bü-
yütme, abartma.
münezzeh:
arınmış, tenzih edil-
miş, uzak.
müphem:
mahiyeti belli değil, be-
lirsiz.
mürur-i zaman:
zamanın geç-
mesi, zaman aşımı; zamanla.
nevi:
çeşit.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
rabian:
dördüncü olarak.
salisen:
üçüncü olarak.
tarz:
biçim, şekil.
tasarruf:
sahip olma, sahiplik.
tebaiyet:
tâbîlik, tâbi olma, uyma.
tecelli:
İlâhî kudret ve sırların in-
sanlarda ve nesnelerde görün-
mesi, Cenab-ı Hakkın güzel isim-
lerinin kâinatta ve insanlarda zahir
olması.
telâkki:
anlama, anlayış.
umumî:
genel.
vaki:
önleyici, koruyucu.
velâyet-i kübra:
en büyük velilik,
Cenab-ı Hakk’ın insana yakın ol-
masına bakan ve peygamber va-
risi olmaktan gelen gayet kısa ve
yüksek tarikat berzahına uğrama-
dan zahirden hakikate geçen ve-
lilik mesleği.
zat:
kişi, şahıs, fert.
zat-ı ahmediye:
Hz. Peygamberin
zatı, kişiliği.
zemin:
yeryüzü.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât
ve selam onun üzerine olsun’
anlamında Hz. Muhammed’e
dua.
aleyhisselâm:
Allah’ın selamı
onun üzerine olsun.
ayn-ı hakikat:
hakikatin aslı,
gerçeğin tâ kendisi.
azîm:
büyük.
bilfiil:
bizzat kendi çalışması
ile, kendi yaparak.
cami:
toplayan, içine alan,
kapsayan.
Cebrail:
dört büyük melekten,
Cibril, Cibril-i Emin, Ruhü’l-
emin, Ruhü’l-Kudüs isimleriyle
de bilinen vahiy meleği. Allah
tarafından peygamberlere va-
hiy götürmekle vazifeli melek.
cihet:
yan, yön, taraf.
dair:
alakalı, ilgili.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ehemmiyetli:
önemli.
Esma-i hüsna:
Allah’ın adları,
Allah’ın doksan dokuz güzel
ismi.
fevkalâde:
olağanüstü.
feyiz:
ilim, irfan; ihsan, bağış.
gayet:
son derece.
haber:
ilim, malûmat, bilgi.
hakikat:
gerçek, doğru.
hane:
ev, mesken, beyt, ika-
met edilen yer.
haşiye:
bir kitabın sayfalarının
kenarına veya altına yazılan
açıklayıcı yazı, derkenar.
hususî:
özel.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
kâfi:
yeter, yetecek; elveren,
yetişen.
kaziye-i mümkine:
ihtimale
dayalı olan hüküm.
kıyas:
benzetme yolu, örnek-