Sa l i sen:
Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahıs-
ların dehâsı, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı
manevîsinden gelen dehâsına karşı mağlûp düşebilir.
onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İs-
lâm’ı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın nur-
ları olan bir vazife-i imaniye, bîçare, zaif, mağlûp, hadsiz
düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan
muannit hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklen-
se, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tara-
fından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.
Ra b i an:
eski zamandan beri çok zatlar, üstadını ve-
ya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsi-
yelerinden çok ziyade hüsnüzan etmeleri, dersinden ve
irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek faz-
la hüsnüzanlar bir derece kabul edilmiş; hilâf-ı vakıadır
diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, risale-i nur Şakirtle-
rine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti,
bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle
gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden
ziyade hüsnüzanları kabul edilebilir. Fakat, “risale-i
nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor”
diye bilmek gerektir. Fakat, başta zındıklar ve ehl-i dalâ-
let ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hatta sâfîkalb ehl-i
diyanet, şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde hak-
sızlar. o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak ve o
nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek, bü-
tün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve
âlem-i islâm:
İslâm âlemi, İslâm
dünyası.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cemaat:
topluluk.
cihet:
yön, sebep, vesile.
darbe:
vuruş, vurma, çarpma.
deha:
olağanüstü zeka sahibi
olma.
ehemmiyet:
önem, değer, kıymet.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yoldan
çıkanlar, azgın ve sapkın kimse-
ler.
ehl-i diyanet:
dindar kişiler.
ehl-i gaflet:
dünyaya daldığından
dolayı ahiretin farkında olmayan.
ehl-i siyaset:
ülkenin idaresiyle
meşgul olanlar, siyaset adamları,
politikacılar.
fazilet:
değer, meziyet, iman ve
irfan itibariyle olan yüksek derece.
ferdî:
şahsî, bireysel.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakaret:
saygı göstermeme, alçak
görme, aşağılama.
hakikat:
gerçek, doğru.
harika:
olağanüstü.
hasım:
düşman, rakip.
hilâf-ı vakıa:
gerçeğe zıt.
hüsnüzan:
iyi zan, güzel kanaat.
ihanet:
hıyanet, arkadan vurma.
irşat:
doğru yolu gösterme, gaf-
letten uyandırma.
| 136 | Emirdağ Lâhikası – ı
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
kıymet-i şahsiye:
şahsî kıy-
metler, değerler.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lâyık:
uygun, yakışır, müna-
sip.
maden:
asıl, esas, kaynak.
mertebe:
derece, basamak.
muallim:
ders veren, öğret-
men.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
muvafık:
uygun, münasip.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
mürşit:
irşat eden, doğru yolu
gösteren, rehber, kılavuz.
nur:
Risale-i Nur eserleri.
rabian:
dördüncü olarak.
reis:
başkan.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
safî kalp:
samimî, temiz kalp.
salisen:
üçüncü olarak.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs,
belli bir kişi olmayıp bir cema-
atten meydana gelen manevî
şahıs.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şevk:
şiddetli arzu, aşırı istek
ve heves.
tenkit:
eleştirme.
tenvir:
nurlandırma, aydın-
latma, ışıklandırma.
ulvî:
yüksek, yüce.
üstat:
öğretici, öğretmen.
vazife-i imaniye:
imanla ilgili
vazife, görev.
vesile:
aracı, vasıta.
zat:
kişi, şahıs.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.