• B
iriNCisi
:
risale-i nur’un hakikî ve hakikatli bir şa-
kirdi bulunan ve kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’ın kâtibi, bu de-
fa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade
hüsnüzannına istinaden, bir hakikat soruyor. risale-i
nur’un şahs-ı manevîsinin gayet ehemmiyetli ve kudsî
vazifesini ve hilâfet-i nübüvvetin de gayet ulvî vazifelerin-
den bir vazifesini benim adî şahsımda, üstadı noktasın-
dan bir cilvesini gördüğünden, bana o hilâfet-i manevi-
yenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.
Evve l â:
Bâkî bir hakikat, fânî şahsiyetler üstüne bina
edilmez. edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemalde
ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülme-
ye maruz ve müptelâ şahsiyetlerle bağlanmaz. Bağlansa,
vazifeye ehemmiyetli zarardır.
San i yen:
risale-i nur’un tezahürü, yalnız tercümanı-
nın fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla
kur’ân’dan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan
feyizler değil, belki o tercümanın muhatapları ve ders-i
kur’ân’da arkadaşları olan halis ve metîn ve sadık zatla-
rın o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tat-
bik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından
çok ziyade o nurların zuhuruna medar oldukları gibi;
risale-i nur’un ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsinin haki-
katini onlar teşkil ediyorlar. tercümanının da içinde bir
hissesi var. eğer ihlâssızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şe-
refi bulunabilir.
Emirdağ Lâhikası – ı | 135 |
maruz:
uğramak, etkilenmek.
mazhar:
bir şeyin çıktığı yer, zuhur
ettiği, göründüğü yer.
medar:
sebep, vesile.
metin:
sağlam ve dayanıklı.
müptelâ:
tutulmuş, tutkun, ba-
ğımlı.
nazar:
bakış, fikir.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
ruhen:
ruh bakımından, ruh yö-
nünden, ruh olarak.
sadık:
sözünde, vaadinde, işinde
doğru olan.
saniyen:
ikinci olarak.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs, belli
bir kişi olmayıp bir cemaatten
meydana gelen manevî şahıs.
şahsiyet:
kişi, kimse.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şeref:
onur, haysiyet.
takaddüm:
ileri geçme, ileride bu-
lunma.
tasdik:
doğrulama, onaylama.
tatbik:
yerine getirme, uygulama.
teşkil:
oluşturma, şekillendirme.
tezahür:
görünme, belirme, or-
taya çıkma.
ulvî:
yüksek, yüce.
üstat:
öğretici, öğretmen.
vazife:
görev.
zat:
kişi, şahıs.
ziyade:
çok, fazla.
zuhur:
ortaya çıkma.
zulüm:
haksızlık.
adî:
basit, bayağı, sıradan.
bâkî:
daimi, sonsuz.
bina:
dayama, bir iddiayı bir
şeye dayandırmak.
cihet:
yön, sebep, vesile.
cilve:
güzel ve hoş bir biçimde
görünme.
defa:
kere, kez, yol.
ders-i kur’ân:
Kur’ân dersi,
Kur’ân’a ait olan ders.
ehemmiyetli:
önemli.
evvelâ:
öncelikle.
fânî:
ölümlü, geçici.
feyiz:
ilim, irfan.
feyiz:
ilim, irfan.
gayet:
son derece.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikî:
gerçek.
halis:
saf, samimî.
hilâfet-i manevîye:
manevî
hilâfet, insanların kalp, akıl ve
ruhlarına hâkim olma.
hilâfet-i Nübüvvet:
Hz. Mu-
hammed’den sonra, onun ye-
rine Kur’ân davasını ve sünne-
tini devam ettirip temsil etme.
hisse:
pay, nasip.
hüsnüzan:
iyi fikirde bulunup,
iyi olacağını düşünmek.
ihlâs:
samimiyet, bir ameli
başka bir karşılık beklemeksi-
zin, sırf Allah rızası için yapma.
ihtiyac-ı manevî:
manevî ih-
tiyaç, mana âlemine ait olan
lüzum; kalp, ruh, akıl gibi ma-
nevî letaife ait ihtiyaç.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
istinaden:
istinat ederek, da-
yanarak.
kâtip:
yazan, yazıcı.
kemal:
olgunluk, mükemmel-
lik, kusursuz, tam ve eksiksiz
olma.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lisan:
dil.