validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rüt-
beli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel görün-
dü. Hâlbuki hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya
ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli; tâ ihlâsla, ciddiyet-
le hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.
İşte, Hulûsî’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu
vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi.
Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular.
Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan,
hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i manevi-
yesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.
DÖRDÜNCÜSÜ
Muhacir Hafız Ahmed’dir. O kendisi söylüyor:
Evet, ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kur’âniyede ahi-
retim nokta-i nazarında içtihadımda hata ettim. Hizmete
fütur verecek bir arzuda bulundum. Şefkatli, fakat şiddet-
li ve keffaretli bir tokat yedim. Şöyle ki:
Üstadım yeni icatlara
HAŞİYE
taraftar olmadığı için –be-
nim camiim onun komşusudur– Şuhur-i Selâse geliyor,
camiimi terk etsem, hem ben çok sevap kaybediyorum,
hem mahalle namazsızlığa alışacak. Yeni usul yapmaz-
sam, men edileceğim. İşte bu içtihada göre ruhum kadar
sevdiğim Üstadımın muvakkaten başka bir köye gitmesi-
ni arzu ettim. Bilmedim ki, o yerini değiştirse, başka bir
memlekete gitse, hizmet-i Kur’âniyeye muvakkaten fütur
HAŞİYE:
Yani, Türkçe ezan gibi şeair-i İslâmiyeye muhalif bid'atlardır.
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
arzu:
istek, heves, niyet.
avdet:
geri gelme, dönüş.
binaen:
-den dolayı, bu sebepten.
cüz:
kısım, parça.
dava:
mahkeme toplantısı, duruş-
ma, celse.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
derd-i maişet:
geçim derdi ve zor-
luğu, geçim sıkıntısı.
elhak:
hakkın tâ kendisi, tam doğ-
rusu; doğrusu ya.
fütur:
zayıflık, gevşeklik, bezgin-
lik, usanma, usanç, bıkma.
garaz:
kötü kasıt, düşmanca ni-
yet, kin.
hisse:
pay, nasip.
hizmet-i Kur’âniye:
Kur’an hiz-
meti.
husus:
mevzu, konu.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
hüküm:
yürürlük.
ifa:
ödeme, yerine getirme.
ihbar:
haber verme, bildirme.
ihtar:
dikkat çekme, hatırlat-
ma, uyarı.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tered-
düde mahal bırakmayan.
lillâhilhamd:
Allah’a hamdol-
sun ki!.
musibet:
felâket, belâ, ansızın
gelen belâ, dert, sıkıntı.
muvakkaten:
geçici olarak.
mükellef:
sorumlu ve yüküm-
lü olan.
nokta-i nazar:
görüş düşünce.
şefkat:
karşılıksız sevgi besle-
me, içten ve karşılıksız merha-
met.
Şuhur-i Selâse:
mübarek üç
aylar; recep, flaban, ramazan
ayları.
talebe:
öğrenci.
tarz:
biçim, şekil.
tebrie:
beraat ettirme, beraat
hükmü.
tehdit:
korkutma, gözdağı
verme.
teşebbüs:
girişim, bir işi yap-
mak için harekete geçme.
ümitvar:
ümitli, umutlu,
uman, ümidi olan.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
vazife-i manevîye:
manevi-
yatla, imanla ilgili görev, iş.
vekâlet:
yerine bakma, yeri-
ne geçme.
vekâleten:
vekâlet yoluyla,
birisine vekil olarak, başkası
adına.
zaruret:
muhtaçlık, şiddetli ih-
tiyaç içinde olma.
| 610 | BARLA LÂHİKASI