Barla Lâhikası - page 619

keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi
yavrusunun seccademe yakın bıraktığı müzehrefatı yıka-
mak için, ibrikteki gaz yağını su zannedip bütün o gaz
yağını, temizlik yapıyorum diye, camiin her tarafına
serpmiş. Acaiptir ki, kokusunu duymamış. Demek, o
mescit lisan-ı hâl ile Mustafa Çavuş’a diyor: “Senin gaz
yağın bize lâzım değil. Ettiğin hata için gaz yağını kabul
etmedim” diye işaret vermek için o adama koku işittiril-
medi. Hatta o hafta içinde, Cuma gecesinde ve birkaç
mühim namazda, o kadar çalıştığı hâlde cemaate yetişe-
miyordu. Sonra ciddî bir nedamet, bir istiğfar ettikten
sonra safvet-i asliyesini buldu.
İ
KİNCİ
M
USTAFA
LAR
:
Kuleönü’ndeki kıymettar, çalışkan
mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sadık ve
fedakâr arkadaşı Hafız Mustafa’dır
(
RH
)
. Ben bayramdan
sonra, ehl-i dünya bize sıkıntı verip hizmet-i Kur’âniyeye
fütur vermemek için, “Şimdilik gelmesinler,” diye haber
göndermiştim. “Şayet gelecek olurlarsa birer birer gelsin-
ler.” Hâlbuki bunlar, üç adam birden, bir gece geldiler.
Fecirden evvel hava müsaitse gitmek niyet edildi. Hiç vu-
ku bulmadığı bir tarzda, hem Mustafa Çavuş, hem Süley-
man Efendi, hem ben, hem onlar, zahir bir tedbiri düşü-
nemedik, bize unutturuldu. Her birimiz ötekine bırakıp
ihtiyatsızlık ettik. Onlar fecirden evvel gittiler. Öyle bir
fırtına onları iki saat mütemadiyen tokatladı ki, bu fırtı-
nadan kurtulamayacaklar diye telâş ettim. Şimdiye kadar
bu kışta ne öyle bir fırtına olmuş ve ne de bu kadar
kimseye acımıştım. Sonra Süleyman’ı, ihtiyatsızlığının
BARLA LÂHİKASI | 619 |
den düşünme.
sadık:
doğru, gerçek; sözünde,
vaadinde, işinde doğru olan.
safvet-i asliye:
hakikatte olan te-
mizlik, saflık.
seccade:
üzerinde namaz kılınan
küçük kilim veya halı, namazlık.
talebe:
öğrenci.
tarz:
biçim, şekil.
tedbir:
önlem, yol, çare.
vuku:
olma, gerçekleşme, meyda-
na gelme.
zahir:
açık, âşikar.
acayip:
çok tuhaf ve anlaşıl-
maz şeyler.
cemaat:
bir imama uyup na-
maz kılan Müslümanlar toplu-
luğu.
ciddî:
gerçek olarak, hakika-
ten.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı,
dünya adamı, ahireti düşün-
meyen.
evvel:
önce.
fecr:
sabah namazı vakti, sa-
baha karşı güneş doğmadan
önce ufkun doğusu tarafından
görünen aydınlığı.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, feda
eden.
fütur:
zayıflık, gevşeklik, bez-
ginlik, usanma, usanç, bıkma.
haber:
bilgi, bilgilendirme.
hizmet-i Kur’âniye:
Kur’an
hizmeti.
ibrik:
toprak veya madenden
yapılmış, kulplu ve emzikli su
kabı.
ihtiyat:
tedbirli hareket etme.
istiğfar:
af dileme, affedilme-
yi isteme.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
lisan-ı hâl:
görünüş ve duruşu
ile ifade etmek.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin
duruşu ve görünüşü ile bir
mana ifade etmesi.
mescit:
namaz kılınacak yer,
cami, ibadet edilecek yer.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
müsait:
elverişli, uygun, mu-
vafık.
mütemadiyen:
sürekli olarak,
devamlı.
müzahrefat:
pislik, süprüntü.
nedamet:
pişmanlık.
niyet:
bir işi yapmayı önce-
1...,609,610,611,612,613,614,615,616,617,618 620,621,622,623,624,625,626,627,628,629,...720
Powered by FlippingBook