şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i
mutlaka ile temsilâtım onun vazifesine ve mesleğine gö-
re olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenab-ı Hak ba-
na hizmet-i Kur’ân ve imanda bir talebe, bir muin tayin
etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel
konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.
Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var. Bü-
tün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı ni-
şan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliye-
den daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu
havalide en az ümit ettiğim ve o da geç uyandığı hâlde
en ileri gittiği bir işarettir ki; o da bir Hulûsî-i Sanidir,
müntehaptır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hiz-
met-i Kur’ân’da arkadaş tayin edilmiştir.
B
EŞİNCİ
S
EBEP
:
Ben kendi şahsıma ait takdirat ve methi
kabul etmem. Çünkü, manen büyük zarar gördüm.
Onun için şahsıma karşı takdirat, fahr ve gurura medar
olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat
Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihe-
tinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdirat ve medih
bana ait olmayıp, nurlu
Sözler
’e ve belki doğrudan doğ-
ruya hakaik-ı imaniyeye ve esrar-ı Kur’âniyeye ait olduğu
için onu müftehirâne değil, Cenab-ı Hakka karşı müte-
şekkirâne kabul ediyorum. İşte bu iki şahıs, bu hakikati
herkesten ziyade anladıkları için, onlar bilmeyerek vic-
danlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, Ri-
sale-i Nur eczaları içinde derç edilmeye sebep olmuştur.
ait:
ilişkin, dolayı, üzerine.
belki:
hatta.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, ger-
çek, Hakkın tâ kendisi olan, şeref
ve azamet sahibi yüce Allah.
cihet:
yön, taraf, istikamet.
dellâl:
ilân edici; hakka davet
eden.
derç:
toplama, biriktirme.
ecza:
cüzler, parçalar, kısımlar.
ekseriyet-i mutlaka:
çoğunluk.
evvel:
eski, geçmiş, geçmiş za-
manda.
fahr:
övünme, böbürlenme, bü-
yüklenme, şeref, onur, kıvanç.
fıtraten:
fıtrî olarak, yaratılıştan,
yaratılış itibariyle.
gurur:
boş şeylere güvenerek al-
danma, boş şeylerle böbürlenme.
hakikat:
asıl, esas.
hâl:
durum, vaziyet, keyfiyet;
içinde bulunulan durum ve şart-
ların bütünü.
havali:
etraf, çevre, civar, yöre,
dolay.
his:
anlama, sezme, idrak.
hizmetkâr:
hizmet yapan kimse,
hizmetçi.
karabet:
yakınlık, hısımlık, akra-
balık.
karabet-i nesliye:
soy yakınlığı.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
manen:
iç varlık bakımından,
duyguca, gönülce, yürekçe, ruh-
ça, mana itibariyle, manaca.
medar:
dayanak noktası, sebep,
vesile.
medih:
övmeye ve methetmeye
sebep olan şey.
meslek:
gidiş, usül, tarz.
mevcut:
var olan, bulunan, olan.
muin:
yardımcı, muavin.
müftehir:
iftihar eden, övü-
nen.
müntehap:
seçilmiş, seçkin,
güzide, mümtaz.
müteşekkirâne:
müteşekkir
olarak, teşekkürle, iyilik bilir-
likle, iyiliğe karşı nazik davra-
nışla.
nefret:
ürküp kaçma, bir şey-
den kaçınma.
nişan:
iz, eser, belirti, alâmet,
damga.
nişan-ı fıtrî:
fıtrî nişan, yaratı-
lıştan gelen, fıtratta olan işa-
ret.
sâni:
ikinci.
sevk:
yönlendirme.
şahıs:
insanın kendi nefsi,
kendi varlığı, nefis, zat.
şahıs:
kişi, kimse, fert.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs;
belli bir şahıs olmayıp, kendi-
sine bir şahıs gibi muamele
edilen şirket, cemaat, cemi-
yet gibi ortaklıklar; belli bir ki-
şi olmayıp bir cemaatten
meydana gelen manevî şahıs.
takdirat:
beğenme, övme.
talebe:
öğrenciler, tahsil gö-
renler.
tayin:
vazifeye gönderme, bir
işe yerleştirme, atama.
temsilât:
temsiller, örnekler.
ümit:
umut, umma, ümit; ba-
zı şeylerin istediği yönde ol-
ması konusunda beslenen
his.
vazife:
ödev, bir kimsenin
yapmak zorunda bulunduğu
iş.
vazife-i kudsiye:
mukaddes
vazife, kutsal vazife.
vicdan:
his, duygu.
ziyade:
çok, fazla, artık.
| 50 | BARLA LÂHİKASI