verildiğine şüphem kalmamıştır. Hatta çok defa bana ve-
rilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi al-
tında, bir dest-i inayet tarafından merhametkârâne,
Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikir ettirmek ve nazarı dağıtma-
mak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hatta eskiden müta-
lâaya çok müştak olduğum hâlde; bütün bütün sair kitap-
ların mütalâasından bir men, bir mücanebet ruhuma ve-
rilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mü-
talâayı bana terk ettiren, anladım ki, doğrudan doğruya
âyât-ı Kur’âniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.
Hem yazılan eserler, risaleler –ekseriyet-i mutlakası–
hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt
eden bir hacete binaen, anî ve def’î olarak ihsan edilmiş.
Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu
zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser
kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca
muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.
İşte ihtiyâr ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâ-
letler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların envalarındaki hi-
lâf-ı âdet ihtiyârsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiye-
ye müncer olmak için; kuvvetli bir inayet-i İlâhiye ve bir
ikram-ı Rabbanî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.
Yedinci İşaret:
Bu hizmetimiz zamanında, beş-altı
sene zarfında, bilâmübalâğa yüz eser-i ikram-ı İlâhî ve ina-
yet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur’âniyeyi gözümüzle gör-
dük. Bir kısmını, On Altıncı Mektupta işaret ettik; bir
âyât-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın ayet-
leri.
bilâmübalâğa:
abartmaksızın,
abartısız.
def:
ani olarak, beklenmedik an-
da.
dert:
hastalık, illet, acı, ağrı, sızı.
dest-i inayet:
inayet eli, dikkat,
gayret, ihsan, iyilik eli.
deva:
ilâç, çare, tedbir.
ekser:
çok.
ekseriyet-i mutlaka:
genel ço-
ğunluk.
enva:
çeşitler, türler, neviler.
eser-i ikram-i ilâhi:
Allah’ın ikra-
mının eseri.
esrar:
sırlar, gizlenilen ve bilin-
meyen şeyler, aklın eremeyeceği
şeyler.
gurbet:
yabancı memleket, ya-
bancı yer, vatan dışı, doğup bü-
yünülen ülke, şehir, köy dışında
kalan yerler, yâd el.
hacet:
ihtiyaç, lüzum, muhtaçlık.
hâl:
durum, vaziyet, keyfiyet.
hâlet:
hâl, suret, keyfiyet.
hariç:
dışında.
hasr-ı fikir:
bir şeye bütün fikrini
verme, fikir hasretme, başka şey-
le meşgul olmadan bütün fikrî ça-
lışmayı bir şey üzerinde toplama.
hilâf-ı âdet:
âdete aykırı.
hüküm:
yerine.
ihsan:
iyilik etme, güzel davran-
ma, bağışlama, ikram etme, lütuf,
bağış, yardım.
ihtiyaç:
gereklilik, lüzumluluk hâ-
li, muhtaç oluş.
ikram:
iltifat için bir şeyler ver-
me.
İlâhî:
Allah’la ilgili, Cenab-ı Hakka
dair.
inayat:
lütuflar, ihsanlar, iyilikler,
yardımlar.
intişar:
yayılma.
kanaat:
inanç.
keramet:
olağanüstü hâl.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
medar-ı teselli:
ferahlık sebebi,
teselli kaynağı.
men:
yasak etme, durdurma,
mâni olma, bırakmama, bir şeyi
diriğ etme, bir şeyin yapılmasını
engelleme, esirgeme, vermeme,
önleme.
merhamet:
acımak, şefkat gös-
termek, korumak, iyilik etmek,
bîçarelere yardımda bulunmak,
esirgemek.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen,
anılan.
muvafık:
yerinde, uygun,
uyar, münasip.
mücanebet:
bir şeyden çe-
kinme, sakınma, uzak durma.
müncer:
bir yöne doğru sü-
rüklenip götürülen.
müştak:
çok arzulu.
mütalâa:
okuma, dikkatli
okuma.
nazar:
dikkat.
netice-i kudsiye:
kutsal , mu-
kaddes netice, kutsal sonuç.
perde:
gerçeği görmeyi en-
gelleyen şey.
risale:
belli bir konuda yazıl-
mış küçük kitap, broşür.
ruh:
insandaki canlılığın ve di-
riliğin, iradeyle ilgili ve irade
dışı hareketlerin ve idrak ka-
biliyetinin kaynağı, nefs.
sair:
diğer, öteki, başka.
sergüzeşt-i hayat:
hayat ma-
cerası, hayat hikâyesi.
şuur:
bir şeyi anlama, tanıma
ve kavrama gücü; anlayış, id-
rak.
tazyikat:
tazyikler, baskılar,
zorlamalar, sıkıştırmalar.
terk:
bakmama, ihmal etme.
tetebbu:
etraflıca araştırma,
iyice inceleme, bir şey hak-
kında geniş bilgi edinme.
tevellüt:
ortaya çıkan.
ulûm:
ilimler.
ünsiyet:
alışkanlık, ülfet,
dostluk, ahbaplık, arkadaşlık.
üstad-ı mutlak:
ilimde üs-
tünlüğü ve öğreticiliği tartış-
masız olan üstad.
vakit:
vakit, zaman, an.
zarfında:
süresince, belli süre
içinde.
zulmen:
zulümle, haksızlıkla,
zulmederek.
| 44 | BARLA LÂHİKASI