kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i
Hakikî’nin eser-i in’amı olarak göstermektir.
Meselâ:
Nasıl ki murassa ve müzeyyen bir elbise-i fahi-
reyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen. Halk sa-
na dese: “Maşaallah çok güzelsin, çok güzelleştin.”
Eğer sen tevazukârâne desen: “Haşa! Ben neyim? Hiç!
Bu nedir; nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur
ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsiz-
lik olur.
Eğer müftehirâne desen: “Evet, ben çok güzelim. Be-
nim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.”
O vakit, mağrurâne bir fahirdir.
İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki:
“Evet, ben güzelleştim; fakat, güzellik libasındır ve dola-
yısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”
İşte bunun gibi, ben de sesim yetişse, bütün küre-i ar-
za bağırarak derim ki:
Sözler
güzeldirler, hakikattirler; fa-
kat benim değildirler, Kur’ân-ı Kerîm’in hakaikından te-
lemmu etmiş şualardır.
(1)
m
ós
ªn
ëo
ªp
H »/
àn
dÉn
?n
e o
âr
Mn
ón
e r
øp
µ`'
dn
h»/
àn
dÉn
?n
ªp
H Gk
ós
ªn
ëo
e o
âr
Mn
ón
eÉn
en
h
düsturuyla derim ki:
(2)
p
¿'
Gr
ôo
?r
dÉp
H »/
JÉn
ªp
?n
c o
âr
Mn
ón
e r
øp
µ`'
dn
h»/
JÉn
ªp
p
?n
µp
H n
¿'
Gr
ôo
?r
dG o
âr
Mn
ón
e Én
en
h
düstur:
esaslı kaide.
eser:
nişan, iz, alâmet.
fahire:
parlak, güzel.
fahr:
övünme, böbürlenme, bü-
yüklenme, şeref, onur, kıvanç.
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakikat:
gerçek, hayalî olmayan,
görülen, mevcut olan, bir şeyin
aslı ve esası.
hakikî:
gerçek, sahici.
halk:
topluluk, insan topluluğu,
insanlar.
hâşâ:
asla, kat’iyen, hiç bir vakit.
hulle:
elbise.
hürmet:
saygı.
ikrar:
tasdik ve kabul etme, doğ-
rulama.
in’am:
nimet verme, nimetlendir-
me, ihsan etme, iyilik yapma.
kemal:
fazilet, erdem, bilgi.
küfran:
iyilik bilmeme, görülen
iyiliği unutma, nankörlük.
küre-i arz:
arz küresi, yer yuvar-
lağı, dünya, yer küre.
libas:
elbise, giyilecek şey, giysi.
mağrurâne:
gururla, kibirle.
mahir:
maharetli, hünerli, elinden
iş gelir, becerikli.
maşaallah:
Allah nazardan sakla-
sın, ne güzel, Allah korusun.
meselâ:
misal olarak, şunun gibi,
söz gelişi, faraza.
meziyet:
bir kişiyi başkalarından
ayıran veya yücelten vasıf, üstün-
lük vasfı, değerlilik, yüksek
karekter, fazilet.
müftehir:
iftihar eden, övü-
nen.
mün’im:
in’am eden , nimet
veren, ikram eden, yedirip içi-
ren, nimetlendiren.
müzeyyen:
ziynetlendirilmiş,
süslenmiş, süslü, bezenmiş,
donanmış.
nimet:
iyilik, lütuf, ihsan, ba-
ğış.
sanatkâr:
usta.
şua:
ışın, güneşten veya baş-
ka bir ışık kaynağından uza-
nan ışık telleri.
telemmu:
parıldama, ışılda-
ma.
temellük:
sahiplenme, kendi-
ne mâl etme, mülk edinme,
sahip olma.
tevazu:
alçak gönüllülük, ki-
birsizlik, bir kimsenin başka-
larını kendinden küçük gör-
memesi, onlara saygı ve sev-
gi göstermesi, mütevazilik.
vakit:
zaman, an.
1.
Ben sözlerimle Muhammed'i (
ASM
) övmüş ve güzel göstermiş olmadım; bilakis, Muham-
med’den (
ASM
) bahsetmekle sözlerimi övmüş ve güzelleştirmiş oldum. (İmam-ı Rabbanî,
Mektubat, 1:58.)
2.
Açıklaması Üstadımız tarafından altında yapılmış.
| 34 | BARLA LÂHİKASI