ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz,
yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair
risaleler dahi umumen öyledir.
Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fânîyim,
gideceğim; elbette bâkî olacak bir şey ve bir eser, benim-
le bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem
ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser
sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette se-
ma-i Kur’ân’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi
çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebi-
len çürük bir direk ile bağlanmamalı.
Hem madem örf-i nasta, bir eserdeki mezâyâ, o ese-
rin mastarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvarında
aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-ı âliyeyi ve o ceva-
hir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde biri-
ni kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek haki-
kate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi
malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehat-ı
meziyyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecbu-
rum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çu-
buğunda aranılmaz. İşte, ben de öyle bir kuru çubuk hük-
mündeyim.
D
ÖRDÜNCÜ
S
EBEP
:
Bazen tevazu küfran-ı nimeti istilzam
ediyor, belki küfran-ı nimet olur. Bazen de tahdis-i nimet
iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi (Ki,
ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun): Meziyet ve
BARLA LÂHİKASI | 33 |
me, kavuşma; nail olmuş, erişmiş,
kavuşmuş.
mecbur:
icbar edilmiş, zorla bir
işe girişmiş, bir işi yapmak zorun-
da kalmış.
medar:
dayanak noktası, sebep,
vesile.
menba:
kaynak, her hangi bir şe-
yin çıktığı yer.
meziyet:
bir kişiyi başkalarından
ayıran veya yücelten vasıf, üstün-
lük vasfı, değerlilik, yüksek ka-
rekter, fazilet.
müflis:
iflâs etmiş, her şeyini kay-
betmiş, malını-mülkünü kaybet-
miş, varını-yoğunu elinden çıkar-
mış.
nimet:
Allah’ın bağışladığı maddî
ve manevî lütuf ve ikramlar.
örf-i nâs:
insanların örfü; insanlar
arasında kabul görmüş, alışkanlık
hâline gelmiş hâller, gelenekler,
an’aneler.
risale:
belli bir konuda yazılmış
küçük kitap, broşür.
sair:
diğer, öteki, başka.
sema:
gökyüzü, gök.
sükût:
değerden düşme, değerini
yitirme.
şahsiyet:
bir ferdin kendine has
görünüş, duyuş, düşünüş ve dav-
ranışlarının tamamı, kişilik, kişi
özelliği.
tahdis:
nimete karşı şükretme.
tenkit:
eleştiri.
tevazu:
alçak gönüllülük, kibirsiz-
lik, bir kimsenin başkalarını ken-
dinden küçük görmemesi, onlara
saygı ve sevgi göstermesi, müte-
vazilik.
tuğyan:
zulüm, haksızlık ve kü-
fürde ileri gitme.
umumen:
umumî olarak, bütün,
hep, herkese olduğu gibi.
yegâne:
biricik, tek, yalnız.
âdet:
her vakit yapılan.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si, Kur’ân’ın surelerini oluştu-
ran İlâhî söz.
bâkî:
yok olmayan, sürekli ve
kalıcı olan.
bazen:
zaman zaman, ara sı-
ra, her zaman değil.
belki:
kat’iyetle.
cevahir-i galiye:
çok değerli
cevherler, elmaslar, kıymetli
taşlar.
çare:
bir engel veya sıkıntı-
dan kurtulabilmek için yapıl-
ması gereken, çıkış yolu.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
elbette:
her hâlde.
eser:
basılma kitap; bir kim-
senin meydana getirdiği, or-
taya koyduğu mahsul.
etvar:
hâl ve hareketler, işler,
tarzlar, tavırlar.
fânî:
muvakkat, geçici.
hakaik-ı âliye:
yüce gerçek-
ler, ulu hakikatler.
hakikat:
asıl, esas.
hasiyet:
bir şeye has vasıf.
iftihar:
haklı olarak övünme.
istilzam:
gerektirme.
itiraz:
bir fikri, hükmü veya
durumu kabul etmeyip çü-
rütmeye kalkışma, karşı çık-
ma, karşı durma.
izhar:
gösterme, belirtme.
katarat:
katreler, damlalar.
küfran:
iyilik bilmeme, görü-
len iyiliği unutma, nankörlük.
madem:
çünkü, için, değil mi
ki, ...den dolayı, böyle ise, he-
le.
masdar:
bir şeyin çıktığı yer,
kaynak, temel.
mazhar:
nail olma, şereflen-