İddia sahiplerinin, (iddialarında) esas ve öncelikli meselesinin merhum Sultan’ın hukukunu muhafaza etmek olmadığı anlaşılmaktadır.
Aynı şekilde eserinde, “Silsile-i Aliyye-i Nakşibendiye”nin son halkası ve “Mürşid-i Kâmil” olarak Süleyman Efendi’ye de yer vermiş olması müellifin bu şahsî ve hissî yaklaşımının menbâına işaret etmektedir. Tasavvuf ehlinin mürşidi hakkında müfritâne muhabbet ve hüsnüzan göstermesi makbul bir âdet olmakla beraber hakikatlerin keşfine perde teşkil edecek bir meslekî taassuba da tahvil edilmemesi iktiza eder. Yoksa Sultan Abdülhamid’in veli bir padişah olduğu, Sayın Yılmaz’ın Abdülhamid muhâliflerinin “Başında” olarak zikrettiği Bediüzzaman tarafından da kabul görmüş bir husustur.
Bu bahsi de, aslında çalışmamızın tamamına ve esasına ışık tutan, Bediüzzaman’ın büyük kardeşi Molla Abdullah ile olan bir muhâveresini naklederek tamamlayalım:
“O merhum kardeşim, evliyâ-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin’nin (ks) has müridi idi.
Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritâne muhabbet ve hüsnüzan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:
‘Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.’ (…)
Ben de o kardeşime dedim ki: ‘Sen mübalâğa ediyorsun. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. (...) Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü Sünnet-i Seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i îmâna hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” 49
NETİCE OLARAK
Bediüzzaman Said Nursî’yi Sultan II. Abdülhamid’le ilgili olarak tenkid edenlerin iddialarına biraz yakından bakıldığında gerek Bediüzzaman’ın bu husustaki tesbit ve değerlendirmeleri ve gerekse tarihî hakikatler bakımından aslında çok da müzakere edilmeye ve ciddîye alınmaya değecek bir mâhiyet arz etmediği fark edilecektir. Çalışmamızda ele aldığımız iki misalde de görüldüğü gibi Bediüzzaman hakkında verilen hükümler genellikle ciddî bir delile istinad etmeyen mücerred bir iddia olarak kalmaktadır.
Bediüzzaman’ın bir-iki cümlesinin tekellüflü bir tarzda tevil edilerek adeta delil îcadına gayret edilmesi, eserlerinde mevzubahis konudaki oldukça zengin malzemeye iddia sahiplerince ciddî olarak bakılmamış olduğunu göstermektedir. Müellifleri akademisyen olan her iki eserde de görüldüğü gibi, iddia ve ithamlara esas olarak gösterilen delillerin zayıflığına mukabil, verilen hükümlerin ağırlığı aslında iddia sahiplerinin akademik kariyerlerine de pek muvafık düşmemiştir. Bilhassa bu ve benzeri sebeplerden dolayı, bu iddiaların zaman zaman gündeme taşınarak ısrarla tekrar edilmesinin ardındaki esas sebepleri keşfetmeye ve anlamaya çalıştık.
Bu iddiaların bilhassa da bir kısım mütedeyyin kesimler tarafından ileri sürülmesi dikkat çekicidir. İddia sahiplerinin, esas ve öncelikli meselesinin merhum Sultan’ın hukukunu muhafaza etmek olmadığı anlaşılmaktadır. Mezkûr çevrelerin genelde Bediüzzaman hakkında da müsbet kanaat sahibi olmalarına rağmen bu tarz iddialarda ısrar edilmesinin altında iki temel husus dikkati çekmektedir. Siyasî görüş ve meşreb farklılığı ya da her ikisi birlikte.
Siyasî görüş farklığından kasdımız basit bir parti tercihi meselesi değildir. Sultan Abdülhamid vasıta edilerek aslında meşrûtiyete, demokrasiye karşı çıkılmaktadır. Bediüzzaman’ın; meşrûtiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi İslâmî esaslar çerçevesinde müsbet bir şekilde telâkki etmesine itiraz edilmektedir. Onun; anayasa, hürriyet, insan hakları, eşitlik, kànun hâkimiyeti, hukukun üstünlüğü vb. temel siyasî esaslardaki görüş ve mülâhazalarına muhalefet edilmektedir.
DİPNOTLAR:
49- Kastamonu Lâhikası, 60.