Mağlataya gelince bu kişinin kendini küfrün içinde tutabilmek için aklının ona kısa süreli bulduğu küçük, faydasız aldatmaca ve söz oyunlarıdır.
Çünkü mutlak küfürde hiçbir lezzet yoktur. Dolayısıyla kişinin bu dünyadan lezzet alabilmesi ama aklının da ona her vakit bir azap olmasının önüne geçmesi için bir takım sathi söz oyunları bulması gerekir. Bunu, daha çok tutarlı ve mantıklı gibi gözükmek isteyip aynı zamanda teklifin getirdiği yükümlülükten de kaçmak isteyenler yapar. Özellikle batıla sapmış felsefeciler ve maddeperest bilim adamları ve suretperest sanatçılar, kurulu düzeninin bozulmasını pek istemediklerinden, kendi içlerinde büyülü dünyalarının enaniyetli kahramanları zarar görmesin, keyifleri kaçmasın diye böyle söz cambazlıklarıyla akıllarını tatmin etmeye çalışırlar. İnsanların çoğunu cerbezeli sözleriyle etkileseler de yaptıkları sihirbazlıktan başka bir şey değildir ehl-i hakikat nazarında. Özellikle Efendimiz (s.a.v) döneminde bu mağlatacılardan çokça vardı. Onlar değişik söz oyunlarıyla kendilerini ilahi kelam karşısında korumaya aldıklarını zannettiler. Fakat bu durum onlara bir fayda vermedi. Bu duruma örnek teşkil etmesi açısında Efendimiz (s.a.v), Taif’te tebliğ vazifesinde bulunduğu zaman oranın reislerinden birinin söylediği bahtsız cümleler bir mağlata örneğidir.
“Vallahi ben hiçbir zaman seninle konuşmayacağım. Çünkü, sen şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem. Eğer, sen Allah’ın Peygamberiyim diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem.”
Bu cümleleri incelediğimizde hak ve hakikat namına hiçbir problem gözükmemektedir. Lakin belagatte zirve olan o dönemin insanı, ilahı kelamı kabul edip kurulu düzenlerini bozmamak ve halk nazarında da itibarlarını kaybetmemek için böyle şeytani söz ve kelime oyunlarıyla, hakkın üstünü örtmeye, akıllarını susturmaya çalışmışlardır. Tıpkı şimdikiler gibi.
Mükabere, altı boş bir kibirdir. Toplumda çokça duyduğumuz “ben bunları biliyorum” cümlesi bir mükaberedir. Bir şeyi yarım yamalak duymuş olmak, o şeyi biliyor olmaya sebebiyet vermez.
Ona ayetlerimiz okunduğu zaman: “Bunlar evvelkilerin masalları.” der. (Kalem/15)
Bunun gibi ona söyleneni “bildiğini zannetmekle” küçük düşürdüğünü sanan kibir sahibi kimselerin bildiği ile amel etmemek için kaçtıkları bir yoldur bu. Amele dönüşmemiş bir bilgi, bilgi değildir, kişinin enaniyetini besleyen, bir nevi bilgi tüccarlığından başka bir şey de olamaz.
İğfal ise dikkatsiz nazarların çabuk fakat geçici olarak kapıldıkları bir hiledir. Özellikle safsata ve mağlatacılar dikkatsiz nazarları çabuk iğfal ederler. Ateş böceğini, bir yıldızmış gibi göstermeye çalışırlar. Ancak iğfal kısa sürelidir. Diğer bütün hileler gibi. Hakikat, er ya da geç güneş gibi parlayacaktır.
Görenek belası “atalarının dininden” vazgeçemeyen, aklına mantığına deliller sunulsa da geçmişini kendine dayanak yapan, din yapan insanların kötü bir hasletidir. Efendimizin (s.a.v) amcası Ebu Talip çok güzel hasletleri olmasına rağmen, iman etmesine engel olan “görenek belası” yüzünden iman edemeden bu dünyadan ayrılmıştır.
Oysaki din, bir tekamüldür. İmani noktadaki kemalata direnç, sebat ve kararlılık değil, “başkaları ne der” korkusudur. Bu korku da aklı susturur ne yazık ki.
Sonuç olarak kabul-u adem ile küfre düşmek akıl karı değildir. Aklı olanın böyle bir derekeye inmesi mümkün değildir. Ancak şeytanın akli bir surette gözüküp, akıldan uzak desiseleriyle çoklar küfre girmekte ve öbür aleme imansız gitmektedir. Şeytanın hilesine karşılık hak ve hakikati en gür şekilde haykırmak ise aklı iman ile nurlanmış her mü’minin vazifesidir.