Son zamanlarda ‘hak ve batıl münazaraları’ adı altında kuvve-i akliye savaşlarına çokça şahit oluyoruz. Zahiri nazarlar bu münazaraları bir futbol maçı edasında izleyip, cerbeze ve söz oyunlarının büyüsüne kapılıp imanında şüpheye düşebiliyor.
Hak ve hakikat savunuculuğu, batılın dolambaçlı sözlerine, içi boş fakat sureti süslü cümlelerine ihtiyaç duymaz ve duymamalı. Hak, hiçbir zaman batılın yöntemleriyle taşınıp aktarılmaz. Hak, onu savunanın maharetiyle yücelmediği gibi, zayıf üslubuyla da alçalacak değildir.
Batıl savunuculuğu mecburen cerbezeye ihtiyaç duyar, dayanaksız, delilsiz zan üzere olan batıl söz oyunu yapmazsa, süslü bir libas giymezse sakil gözükür. Bu yüzden batılı savunanın hile mahareti, enaniyetinin kavi oluşu ve kuvve-i akliyesi onun için en önemli mesnettir.
Fakat hakkı savunmak her şeyden önce safi bir kalp, nurlanmış bir akıl, dosdoğru bir dil ister. Bunun için hak sahibi kimsenin, enaniyet yoluyla değil, nübüvvet yoluyla ilerlemesi, hakikatleri açık, vazıh ve pervasız bir surette dile getirmesi ve mutmain olmuş bir kalp, kavi burhanlarla ilzam edilmiş, en ufak bir şüphesi bulunmayan bir akıl ile batılın karşısında durması gerekir. Aksi halde hakikate zulmetmek kaçınılmaz olur.
Hak ve batıl tartışmaları karşılıklı enaniyetler yüzünden bir söz maçına dönerse hak ışıldamaz ve sadece “argümanını en iyi savunan kazanır” gibi bir hale bürünür. Şu hâlde hak ve hakikati taşımak her şeyden önce enaniyet yolunu kapatmaktır. Çünkü bu yol şeytanın insanda her daim açmaya çalıştığı yoldur ve enaniyet yolunun tezahürleri de hakkın yardımından yoksun olacaktır.
Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: “Rabbim, dirilten ve öldürendir” demişti. “Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi; İbrahim, “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene” dedi. İnkâr eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez. (BAKARA/258)
Ayet, Hz. İbrahim (a.s) ve Nemrut üzerinden hakkın batıl karşısında nasıl bir tarz ve yolda olması gerektiğini çok kısa net ve anlaşılır şekilde söylemiştir.
Hakkın savunuculuğunu yapan Hz. İbrahim, Rabbine karşı çok şükreden ve Rabbinden başkasını Rab edinmeyen tevhidin peygamberiydi. Bu onu enaniyet yolundan ayırmış ve nübüvvet yoluna, ubudiyet yoluna çevirmişti. Hak savunuculuğu zamanın putlarından, popüler baskıdan, linç ve rezil olma ve eleştirilme korkusundan sıyrılmayı gerektirir. Hak ve hakikat peygamberlerin olduğu dönemde dahi aşağılanmış, alay edilmiş ve kabul görmemişti fakat bu ona inananların sağlam duruşundan bir şey eksiltmemişti. Bu yüzden hakkı savunmak, hakka bizzat teslim olmayı ve hakkı, önce kendinde yerleştirmeyi gerektirir.
Hz. İbrahim (a.s), muhatabının enaniyetinin Rububiyet davası boyutuna geldiğini fark ettiğinden mütemerrit ve hakka kapalı olduğunu gördü. İkna ve ispat yerine ilzam ve iskatı tercih etti ve karşının enaniyetine büyük bir şamar vurdu.
İlzam etmek için karşının batıl davasını deşelemek yerine kendi davasını ortaya koymuş, muhatabının çürük davasını temellendirmesine yönelik ironik bir soru sorarak meydan okumuştur.
Hak ve batıl arasındaki bir münazarada batıl tarafın amacı hakkın üzerini örtmeye çalışmak, halka kendi fikirlerini kabul ettirmek ve üstün gelme arzusu olabilir. Lakin, hakkı taşıyan tarafın amacı bunlar olamaz, eğer olursa üslupta da batılı taşıyan taraf gibi olmaya başlar. Enaniyet devreye girer ve hakikatin ışıltısı ve hakkın yardımı kaybolur.
Bu durum bitarafane muhakeme gibi şeytanın işine yarayan bir duruma dönüşürse hak merkez olma özelliğini kaybeder ve sönmeye başlar. Bu yüzden hak tarafındaki kişinin kendi nefsinden de çok hakkın hatırını ali tutacak ve en ufak bir “acaba” taşımayacak bir halette olması çok mühimdir.
Yine Musa peygamber ile firavunun diyaloğu hak ve batıl münazaraları açısından çok kıymetli düsturlar içerir. Taha suresinde geçtiği üzere Allah, Hz. Musa’dan, firavunun iyice azgınlaştığını, ona gitmesini ve kavl-i leyyin ile onu uyarıp, hakka davet etmesini ve israiloğullarını serbest bırakmasını söylemesini istemiştir. Hz. Musa firavuna gittiğinde, firavunun duygusal manipülasyonlarına kapılmayarak, onu düşürmeye çalıştığı zor durumlara aldanmayarak, firavunun söz oyunlarına aldırış etmeden Rabbinin ondan istediği tebliği yapmış ve onu uyarmıştır. Firavun, Hz. Musa’ya, çocukken onu büyüttüğünü hatırlatıp, minnet altına almak istemiş daha sonra da halkın önünde nankörlükle suçlamış. Hz. Musa’nın gençken öldürdüğü adam yüzünden ona ithamlarda bulunmuş, kısacası onu duygusal olarak alt etmeye, öfkelendirmeye ve menfi hareketlere sürüklemeye çalışmıştır. Fakat Hz. Musa, kavl-i leyyin ile dolduruşa gelmeyerek, kırıp dökmeyerek, öfkelenip firavunun oyununa gelmemiş, onun ithamlarını izale etmeye çalışmamış ve dosdoğru hak olan tebliğini yapmış ve başarılı bir münazara ortaya koymuştur.
Batıl taraf, her zaman sataşmacı, hakaret içerikli, itham edici bir üslup takınabilir bu engel olunamaz bir durumdur fakat hak sahipleri bu dolduruşa ve oyuna geldiklerinde yine nübüvvet yolunun bir gereği olan kavl-i leyyinden ve istiğnadan uzaklaşmış olurlar.
Onlar, kötü ve çirkin bir söz duydukları zaman, ondan yüz çevirirler. Ve: “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Selam üzerinize olsun. Bizim cahillerle işimiz olmaz.” derler. (KASAS/55)
Öfke, hak ve hakikati unutturur. Kişi, kendi nefsini bulaştırmaya başlar ve yine enaniyet yolu açılır, yardım kesilir. Bu yüzden Hz. Musa gibi, kavl-i leyyin için her daim yardım istemek lazımdır.
Hak ve batıl münazaralarında hak tarafın amacı hakkı dosdoğru bir biçimde ortaya koyarak insaflı nazarlara gösterebilmektir. Bu da hakkı savunan kişi açısından merkezi her zaman hak tarafında tutmak ve mihengi hak üzerinden sağlamakla olur. Hak batıl ile uzlaşmaya çalışmaz.
Bir diğer husus da hakkın güneşinin üzerine atılmaya çalışılan çamur nevinden iftira ve şüphelerdir. Bu duruma iki şekilde karşı koyulur. Birincisi çamur atmayı engellemeye çalışırsın ki bu imkansızdır. Her zaman birileri bu çamuru atacaktır. İkinci yolda ise yapılması gereken güneş gibi parlak bir hakikati çamurla söndürmeye çalışanlara güneşin ne kadar parlak olduğunu göstermektir. Güneş parladığı müddetçe üzerindeki çamur zaten sakil gözükecektir. Fakat bazen güneş gibi bir hakikati sırf çamurdan temizlemek için, yıkamaya çalışanlar, çamurla uğraşanlar ya da çamura engel olmak için menfi yollarla karşı koyanlar oluyor. Bilmeden nazarları güneşe değil çamura çekip, hakikate perde oluyorlar. Güneşin yıkanmaya ihtiyacı yoktur, parlaması yeterlidir.
Şüphesiz ki bu Kur’an’ı biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz. (HİCR/9)
Sonuç olarak tüm batıllar eneden südur ettiği için zail olmaya mahkumdur. İnsan aklı, cihazatları, duyguları vahiyden uzak kalamaz. Kalsa da bu muvakkat olacaktır. Şu halde güneşe gözünü kapatmak nevinden tüm “aydınlanmalar”dan yüz çevirmek ve enaniyet yolunu kapatmak insan için en müstakim yoldur.