Tahkikî iman sahiplerinin en büyük özelliği “marifetullah” ilmi diye ifade edilen Allah’ı tüm sıfatlarıyla tanıma gayreti ve inancıdır. Bu imanın mükemmelliğine işarettir. Bu da iman yolunun daha emin, sakin ve huzurudur.
Allah’ın kâinatta iki şeriatı vardır. Birisi herkesin bildiği semavî dinler ve elçileri olan peygamberler (as) vasıtasıyla gönderdiği, vahyettiği İlâhî kitaplar, emirler ve yasaklardır. İkincisi de kâinatta câri ve geçerli olan “tekvinî kanunlar” “Sünnetullah” veya “fıtri şeriattır.” Felsefeciler buna “doğa kanunları” der.
Gaybî ve müşahadat âlemlerinde: ilim, kudret, irade, icraat, plan, program, akla gelen ve gelmeyen her şey sonsuz ilmi, ihatası, kudreti, zâtî sıfatlara sahip olan Allah’a aittir.
Netice kâinattaki her şey Allah’ın mülkünde onun emir ve iradesinde tahakkuk eder. Sonsuz ilmi, kudreti ve şuunat-ı ilâhiyesine bağlıdır. Bu hakikattan dolayı, kendini bilen insan Allah’ın vazifesine asla karışmamalıdır.
Kula düşen, ilim talep etmek ve emrolunanı yapmaktır. İnsanın yaratılış gayesi de budur. Dünyevî noktada bir sultana karşı emrindeki vazifelilerin sultanın emirlerine itaat etmeleri gibi, abde lâzım olan Âlemlerin Padişahı hükmünde olan Allah’a itimad etmektir. Hiçbir kulunu sebebsiz aç ve açık bırakmadığını, bunun da O’nun vazifesi olduğunu bilmektir. Çünkü insan, âciz ve fakirdir; her istediğini her zaman elde edemez. Cüz’i iradesi sınırlıdır. Hayatın içerisindeki kabullenilecek gerçek; Biri, padişahın vazifesidir. Bazan emrindekiler onun angaryasını çeker, onları besler. Diğeri vazifelilerin görevidir ki emrolunanı yapar. Allah’a karşı kullara düşen emir ve yasakları öğrenme ve gereğini yapmaktır. Bu da azamî ihlâs ve vazife-i İslâhiye’ye karışmamakla mümkündür.
Kul hakikî vazifesini bilir ve ona göre hareket ederse, Allah bütün güç ve kuvveti de onun emrine verebilir. Firavunlara, Nemrutlara karşı tek başıyla meydan okuyabilir! Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Kur’ân hakikatlarını şiddetli zulüm ve baskılara karşı da inanarak yaşamak ve tebliğ ve davet. Kula düşen gayret, meşru dairede gerekeni yapmaya çalışmaktır. Sonuç galip gelmek veya mağlup olmak da olsa! Çünkü, onlar Cenab-ı Hakk’a aittir. Haddini bilen insan, vazife-i İslâhiye’ye karışmamalı.
Allah kulunu imtihana çeker; “sen böyle yaparsan ben de böyle yaparım!” der Fakat İnsan Allah’a karşı; “ben böyle işlesem, sen böyle işler misin?” diyerek, bir tecrübeye girişemez. İnsana düşen fıtratın gereğini yapmaktır. Akıl ve naklin doğrultusunda müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf insanlık vazifesini yapmaktır. Asla ve asla Allah’ın vazifesine karışmamaktır. İmanın gereğini yapmaktır,
Hakperestlikle hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırını kırarak Cenab-ı Hakk’ın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesinin yalnız, tebliğ olduğunu, mükellefiyetini bilmekle ihlâsla hayatını sürdürmektir.
İhlâs ve kulluğun bir başka önemli noktası da: Cenab-ı Hakk’ın rızasının ihlâs ile kazanıldığı, sayı çokluğu veya muvaffakiyetle olmadığıdır. İnsana düşen sadece ve sadece hizmettir, Allah’ın vazifesine karışmamaktır.
Yapılan çalışma ve gayretin neticesi olarak, başarmak ve halka kabul ettirmek, karşı çıkanları kaçırmak gibi konular Allah’a aittir. Netice olumsuz ve mağlubiyet de olsa kuvve-i maneviyeye ve hizmetimize noksanlık vermeyerek sonuca kanaat etmektir.
Bu konudaki en güzel örnek İslâm’ın büyük kahramanlarından olan, Celaleddin-i Harzemşah’ın: “Cengiz’e karşı muzaffer olacaksın!” hatırlatmalarına karşı: “Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galib etmek vazife-i İlahiyedir. Ona karışmam!” Örneğidir.
Onun için her türlü menfilikler karşısında bile, imanın gereği olan asla sarsılmamak, doğru ve müspet yolda kendi vazifesini yapmak, Allah’ın vazifesine karışmamaktır.
İhlas, sebat, tesanüd ve mümkün olduğu kadar ihtiyat ile hakiki kulluk yolunda ilerleyenlere selâm olsun…