Psikolog kardeşimiz Mehmet Soydan “Teşbih-i maklûbdan Yapay Zekâya” başlıklı 2 günlük yazımız üzerine, e posta ile güzel bir soru yöneltmişti:
“Selâmun aleyküm ağabeyim. Bir fikrim var, söylemeden duramayacağım. Evet, Mehmet Âkif “Bedr’in aslanları...” ilâ âhir sözünü Ehl-i Sünnet’e aykırılık olsun diye söylememiş. Ve evet, Allah sizden razı olsun, onun sözündeki esas manayı ve edebî sanatı açıkladınız. Fakat bu durumda yine de, Mehmet Âkif’in, bu ifadeyi kullanmasının hata olduğunu söylemek ve bu minvalde Mehmet Âkif’i eleştirmek hürriyetimiz yok mudur?
Sonuçta öyle bir edebî sanat kullanmıştır ki, anlaşılıp açıklanması için bir asır geçmiştir ve şu âna kadar onu okuyanların %99’u, Ehl-i Sünnet ölçülerine aykırı olan manayı anlamışlardır.
Mehmet Soydan kardeşime teşekkür ediyorum.
Usûl-i fıkıhtaki “Lüzûm-ı Beyyin” prensibinden başlayarak “şatahât” ve Divan edebiyatındaki “mazmun” terimlerinin îzahı ve Nurlara müracaat etmemiz gerekecek.
Usûl-i Fıkıhta “Lüzûm-ı Beyyin” şartı vardır. Söz açık söylenmelidir ve küfre delâleti kesin olmalıdır. Başka türlü düşünmeye mecal bırakmayacak netlikte manası sarih olmalıdır. Muhatap, bir sözü, “Ben şöyle anladım” diyerek konuşanı itham edemez. Mütekellimin kastı önemlidir.
Üstadımız Muhâkemat’ta “Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muâheze olunmaz” buyuruyor. Yani birinin, “Bu sözden şöyle bir mana çıkıyor!” demesi ile sözü söyleyen muâheze edilemez. Napolyon ne demiş?
“Bana tevili kábil olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla idam edeyim.”
Erzurumlu merhum Naim Hoca’yı duymayan yok gibidir. Terâvih namazı kıldırırken kadınların bulunduğu mahfilden gürültüler gelir. Kadınlar ve çocukların bulunduğu bölüm, hocadan önce secdeye varmaktadır.
Naim Hoca şöyle ikaz eder:
-Mahfildeki garılar! Ele, tek tek yatıp galkmak yok. Bundan sonra bennen yatıp bennen bereber galkacaksız!
Anlattıklarına cemaatin devamlı gülmesi üzerine “Gülün oğlum gülün, Berber Naim’den Hoca, sizden de cemaat olursa daha çook gülersiz. diyen merhum Nâim Hocamıza bu vesileyle rahmetler dileriz. Mekânı Cennet olsun.”
***
Mevzû icabı ele almamız gereken bir kavram da “şatahât”tır.
“Hareket etmek, sarsılmak, taşmak” gibi anlamlara gelen şatah kelimesi, Serrâc Ebu Nasr’a göre “Yatağı dar olan bir ırmağın sel ile kenarlarına taşması gibi sûfînin kalbinden taşan ilâhî hakikatleri ifade eder (Serrâc, s. 422, 453)
Mânevî sarhoşluk, istiğrak hâlinde söylenen sözleri ifade eden şatahât misalleri pek çoktur:
“Sanırsız Eşrefoğluyam ne Rûmîyem, ne İznikî Benem dâim ü bâkî, göründüm sûretâ insan” Eşrefoğlu Rûmî’
“On sekiz bin âlemi seyreyledim seyyâre-vâr (seyyâre gibi) Kábe Kavseyne eriştim sırr-ı ev ednâ benem!” Niyâzî-i Mısrî
“Sübhânî mâ a’zame şânî” (Kendimi tesbih ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şânım ne yüce oldu) Bâyezîd-i Bistâmî
Sözü “kim söylemiş, kime söylemiş, hangi makamda ve niçin söylemiş?” şeklindeki Üstadımızın kıstasları mühimdir. Zâhiren münâsib görünmeyen bir söz, küfrü sarih birinin ağzından çıksa başka, bir Allah dostu söylese farklı değerlendirilir.
“Sübhânî mâ a’zame şânî” diyen kişi Firavun olsaydı zahirî manasıyla değerlendirilip zâten ilâhlık iddia ettiği âşikâr olan bir kâfirin hezeyânı denirdi. Fakat aynı söz Bâyezîd-i Bistâmî’den çıkınca şöyle bir değerlendirme yapılmıştır:
“Bistâmî’nin bu sözü, “Ben kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’ım; bana ibadet ediniz” meâlindeki âyeti (Tâhâ 20/14) bir müminin, zikir yoluyla tekrarlaması gibidir.”
“Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muâheze olunmaz.” –Devam edecek–