"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bediüzzaman’ın bazı halleri

Mustafa ÖZTÜRKÇÜ
05 Aralık 2021, Pazar
İntibah-ı ruhî, ‘ruhta meydana gelen uyanış’ manasındadır.

Bediüzzaman Hazretleri; yaşadığı müddetçe muhtelif mekânlarda, sırlarla dolu bu hallere çok defa mazhar olmakla birlikte bu hususiyeti eserlerine de sirayet ettirerek; Nurlar’daki hakikatlerin önemine binaen intibah-i ruhî meselesini dikkat çekici hale getirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu vasfının, daim bir hareket-i fitrî haller şeklinde tezahür ederek kendisinde sürekli var olduğu söylenebilir.

GAFLETİ DAĞITACAK İNTİBAH-I RUHÎ...

İntibah-ı ruhînin ‘gafleti dağıtacak’ bir özelliğe de sahip olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, muhtelif zamanlarda ve mekânlarda bunu yaşadığını gösterir. Bediüzzaman Hazretleri’nin eserlerinde bunların bazılarını şöyle görmekteyiz:

BİR ZAMAN YÜKSEK BİR DAĞ BAŞINDA İDİM...

Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘yüksek bir dağ’ dediği dağ, Barla’da kaldığı yıllarda zaman zaman gittiği Çam Dağı’dır. Bediüzzaman, ölüm hakikatini şu cümlelerle izah buyuruyor:

“Bir zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam mânâsıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fenâ ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevâle karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdirle pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemâlât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihetle istimdatkârâne baktım; hiçbir teselli, bir medet göremedim. Çünkü, zaman-ı mâzi tarafı, bir mezar-ı ekber; ve müstakbel bir karanlık; ve yukarı bir dehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller, hadsiz muzır şeylerin tehâcümâtını gördüm. Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı, hakikat-i halin yüzünü gösterdi. “Bak” dedi. En evvel, beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i iman için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir dâvettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeye başladım.” (Şuâlar, Birinci Makam, s. 21, YAN)

İSTANBUL’UN BAYEZİD CAMİİ’NDE...

Bediüzzaman Hazretleri; Rus esareti akabinde teşrif ettiği İstanbul’da bir gün Bayezid Camii mübarekinde Kur’ân okuyan hafızları dinlerken yine bir intibah-ı ruhînin önemine dair bir mülâhazasını ifade ederken şu değerlendirmeyi yapar:

“Harb-i Umumînin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar, haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemûtâne dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.” (Lem’alar, Sekizinci Rica, s. 517, YAN)

KOSTURMA VİLAYETİNDE BULUNUYORDUM...

Bediüzzaman Hazretleri; Ruslara esir düşer ve Sibirya’ya götürülür. 

Orada yaşadığı ruh halini Lem’alar adlı eserinde şöyle anlatır. 

“Harb-i Umumîde, esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır.” (Lem’alar, 26. Lem’a, Dokuzuncu Rica, 234)

SARIYER’DE BİR HALVETHANEDE

Bediüzzaman Hazretleri; Rus esaretinden firar ederek geldiği İstanbul’da yeğeni Abdurrahman ile birlikte kaldığı Sarıyer’de bir halvethanede, “Eski Said” döneminden “Yeni Said” dönemine geçiş zamanlarında yaşadığı intibah-ı ruhîyi, şu cümlelerle izah ediyor:

“Bir zaman, esaretten geldikten sonra, İstanbul’da bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmışken, birgün İstanbul’un Eyüp Sultan Kabristanı’nın dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden, bakıyorum, benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayaliye bana geldi. Dedim ‘Acaba bu kabristan’ın mezar taşlarındaki yazıları mıdır ki, bana böyle hayal veriyor?’ diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki: ‘Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul’un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîrin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın; sen de gideceksin.”


Bediüzzaman'ın Yeğeni Abdurrahman

“Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camii’nin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, birgün de İstanbul’dan da çıkacağım, diğer birgün de dünyadan çıkacağım.” (Lem’alar, Onuncu Rica, s. 237)

SELAHATTİN ÇELEBİ ANLATIYOR...

Üstad’ın bu mekâna gidip kalması ile alâkalı bir de hatıra mevcuttur. Şöyle ki:

“Risale-i Nur’un saff-ı evvel talebelerinden İnebolulu Selahaddin Çelebi’nin de bir hatırası mevcuttur. 

Selahaddin Çelebi bu nurlu mekânla alâkalı olarak şunları kaydeder: “1952 senesinde Üstad İstanbul’da Akşehir Palas Oteli’nin üst katında kalıyordu. Güneşli bir sabahtı. Kendilerini ziyarete gitmiştim. Biraz sohbetten sonra bana: ‘Selahaddin, bugün kısmet olursa seninle eski ikametgâhlarımdan Sarıyer’e gidelim’ dedi. Sonra taksi tutarak Sarıyer’e gittik. Orada kahveciden o semtin en yaşlısını sorduk. Kahveci, muhtarın yaşlı bir insan olduğunu söyledi. Aradım ve nihayet yaşlı muhtarı buldum. Ona; Üstad Hazretleri’nin otuz sene evvel bu semtte oturduğunu, şimdi evin nerede olduğunu sordum. Muhtar hemen hatırladı. Fıstıklı Bağlar semtinde yokuşun hemen sağ tarafında durduk. Kapıyı vurunca bir hanım açtı. Hanıma: ‘Müsaade ederseniz Üstad evi ziyaret edecek, otuz sene evvel burada oturmuş.’ dedik. Hanım da: ‘Buyursunlar.’ dedi. Üstad’la beraber eve girdik, merdivenleri çıktık.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, A. Badıllı)

BİR NEFİY NAMI ALTINDA İNTİBAH-I RUHÎ HALİ...

Bediüzzaman Hazretleri’nin işkenceli hayatında yaşadığı bir intibah-ı hali daha mevcuttur. Bu hal karşısında gözyaşı dökmemek mümkün değildir. Uzun yıllar kendisine enis bir dost, sadâkatli bir hizmetkâr olan yeğeni Abdurrahman’la alâkalıdır. Lem’alar’da On İkinci Rica’da o halini şöyle izah buyuruyor, azizler azizi üstadımız:

“Bir zaman Isparta vilayetinin Barla nahiyesinde nefiy namı altında, işkenceli bir esaretle, yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men’ edilmiş bir vaziyette, hem hastalık, hem ihtiyarlık hem de gurbet içinde gayet perişan bir halde iken Cenab-ı Hak; kemal-i merhametinden, Kur’ân-ı Hakîm’in nüktelerine, sırlarına dair benim için medar-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat -vâ hasretâ- birisini unutamıyordum. 

O da hem biraderzadem, hem manevî evlâdım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı-yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı.” (Lem’alar, s. 539)

Hazret-i Üstadımızın yaşadığı bu hallerin ders ve hikmetle dolu olduğu muhakkaktır, vesselâm...

Okunma Sayısı: 14036
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı