Yaz mevsiminin sıcak bir günüydü. Denizli’de eski mezarlığın yolunu tutmuş, hasret ve heyecen duyguları içinde, Denizli Nur kahramanı Hasan Feyzi Yüreğil’in mezarına varmış, ruhuna Fatihalar yollamıştık. 1895’te Denizli’de dünyaya gelen Hasan Feyzi Ağabey, 13 Kasım 1946’da vefat eder. Muallim ve şairdir.
Hasan Feyzi Yüreğil ile yazdığı mektuplar üzerine hayalen bir mülakatta bulunduk. Sorduğumuz sual ve cevapları arz ediyorum. Şöyle ki;
HASAN FEYZİ YÜREĞİL KİMDİR?
“Hasan Feyzi Yüreğil kimdir?” sualini sormaya hazırlanırken, Üstadımızın onunla alakalı sözleri karşımıza çıkarılmıştı: “Hasan Feyzi Denizli civarının has talebelerini temsil ederek” (Siracü’n-Nur, s. 248)
Sual- “Muhterem hocam, aziz ağabey. Üstad’ımızın vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığınız mersiye ile alakalı kaleminizden çıkan mersiyeyi ifade buyurur musunuz?”
CANIM SANA FEDA OLSUN ÜSTADIM
Cevab- “Anam, babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım. Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında, derdimize devalar aradığımız o mübarek ay, akibethusufa mı uğruyor? Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, akıbet göç mü ediyor. Vâ halila! Neşr ve ta’mim buyurduğunuz vasiyetname, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi bildiren bir ye’s ve matem işareti midir? Yoksa yıllardan beri rûy-i zeminde ağlayıp, inleyen kimsesiz Müslümanların, büsbütün kurtuluş beşareti midir?”
AĞLAYAN KALEMİNİZLE YAZDIĞINIZ MERSİYE
Sual - “Sizin böylesine mükemmel ve yoğun bir duygu içinde kaleme aldığınız mersiyenin, -mersiye üzerinden- mahiyeti hakkında açıklamada bulunur musunuz?
Cevab - “Şahsıma ait diye, belki bu yazılarımı da kabul etmek istemezsin, fakat kabul buyurmanı rica ederim. Çünki ben, seni medh ve sena etmiyorum. Ben senin medhini ve vasfını, hep Hazret-i Kur’an’a havale ediyorum. Esasen bende o dil, o kudret, o iktidar yok ki; ben ancak, bu ölme ve göçme hadisesinin bize saldığı elemlerden ve yağdırdığı kederlerden, ancak bir damlasını yazıyorum. Zaten şimdiye kadar sana Gavs dedik, Münci dedik, Kutub dedik hiçbirini kabul etmedin. Veli dedik, Hazret dedik asla iltifat etmedin. İsmini ve resmini, nam ve nişanını hep unutmak ve unutturmak istedin. Kendini hâk ile yeksan ettin, son Ebu’t- türab da sen oldun. (...) Senin büyük kadrini ve şanını gelecek olan asırlar takdir edip, asıl menkıbe ve mersiyyeni yine onlar yazacaklar.” (A.g.e:253)
RİSALE-İ NUR’A HAVALE EDECEĞİZ..
Sual - “Aziz ağabeyimiz. Hazret-i Üstad’a hayatı boyunca yapılan zulüm ve işkencelere dair his ve duygularınızı izhar eder misiniz?”
Cevap - “Yirmi beş yıldır çekmekte olduğunuz çilelerden halâs ve necatınız böyle ölümle mi, ayrılıkla mı olacaktı? Acılar ve ağrılar çeken ve zehirler içen o mübarek kalbinizin istirahatı, böyle varıp kara toprağa yatmakla mı olacaktı? Hiçbirimizin huzurunuzda hazır bulunmadan ve bu gözümüzle bir daha görmeden, yapayalnız ve ücra bir köşede bu ölümün, bu ufulün ne acı ve ne hazin... Günün birinde birdenbire Üstad ölmüş âh.. diye bir ses işitmek veya bir iki satırlık mektup almak, veyahut rüyada görüp pür-telaş uyanmak ve sarsılmak ne kadar elim Üstadım!” (a.g.e, s.253)