Üzerinde “Bediüzzaman” yazılı bir dosya verilmişti elime. Uyandığımda çok heyecanlanmış ve sevinmiştim. “Fesüphanallah, hayırdır inşallah” diyerek evin salonuna geçmiştim. Üstad’ım Bediüzzaman ile alâkalı olan rüya içime sevinç doldurmuştu. Günlük programımın akışı içinde hep o güzel rüyayı yad ediyordum.
Birazdan evden çıkıp çarşının yolunu adımlarken, komşumuz İsmail Amcaya rastlamıştım. O da sevinçliydi.
- Bak kardeşim, bana bugün yüklü bir para geldi, ihtiyacın varsa sana borç verebilirim.
Komşumuz Hacı İsmail Amcanın bu yaklaşımı beni çok şaşırtmıştı. Komşumuz Hacı İsmail Amcanın bu yaklaşımı beni şaşırtmıştı. Maaşımı almaya bir kaç gün vardı, ek ders ücretimi de daha almamıştım. Paramın olmadığını nereden biliyordu?
“Vardır bir hikmeti” diye düşünüp hayra yormak istemiştim. “Bediüzzaman Dosyası” için uzak beldelere yolculuk yapacağımın farkında mıydı acaba? Onu da bilmiyordum.
- Param var İsmail Amca, ama bir yolculuğa çıkacağım, ek ders ücretimi alınca ödemek üzere bir miktar versen iyi olur dedim.
Parayı alınca teşekkür faslından sonra koşar adım eve gidip çantamı aldığım gibi Hizan’a giden minibüs garajlarında soluğu almıştım.
“Hemen gidiyoruz, haydi Hizan’a” diyerek müşteri celb eden orta yaşlı amcamızın bağırışları arasında beklemeye koyulmuştum. On iki kişilik yolcu minibüsüne tam yirmi sekiz yolcu binerek yola revan olmuştuk. Zor ve zorlu bir yolculuk başlamıştı.
Akşam karanlığı içinde Hizan’a varınca, kaptan yanıma yaklaşarak “Abi bu akşam benim misafirim ol” diyerek bizi evine misafirliğe dâvet etmesin mi? Doğu insanının fıtrî sıcaklığını gösteriyordu. Teşekkür ettim.
Bir dostumun tavassudu ile bizi Hizan’da karşılayan, Üstadımın akrabalarından bir grup, önce camiye götürdü, akşam namazını eda ettik. Ardından yemek ikramlarında bulundular, sonra da bizi evlerine götürmüşlerdi.
“Bediüzzaman Dosyası”nın verdiği heyecanın zirvesindeydim. Misafir olduğumuz evde kalabalık bir grubla tanışmanın, onlarla sohbet etmenin huzuru içime dolmuştu. Onlar Üstadımın hemşehrileri idiler.
Sabah namazının ardından Nurs Köyü’ne nasıl gideceğimi tasarlarken sokak başına çıktım. Zira o gün, Pazar günü idi ve sabah üzeri katiyen Nurs’a giden hiçbir vasıta bulmamız mümkün değil deniliyordu.
Hizan’dan Nurs Köyü’ne giden yola yakın bir kahvehanede oturmuş, “Tevekkeltüelallah” diyerek sabırla bir vasıtanın Nurs Köyü’ne gideceği beklentisi içindeyken, bir minübüsün hasta taşıyacağı haberi geldi. Nurs Köyü’ne altı kilometre mesafedeki “çem’i-urus” denilen mekâna kadar bizi götürebileceklerini ifade etmeleri üzerine, hemen tereddütsüz minibüse bindik.
Yaklaşık bir saatlık mesafeyi kat ettikden sonra indiğimiz yerden Nurs’a yaya gitmeyi düşünüyorduk. Yol yapım çalışmalarını sürdüren Köy hizmetleri kuruluşuna ait bir damperli kamyon bizi Nurs Köyü’ne götürdü.
Nurs Köyü deyince, Bediüzzaman hanedanı akla geliyordu. Babası Sofi Mirza, annesi Nuriye Hanım, büyük ablası Duriye Hanım, ağabeyi Molla Abdullah, onun küçüğü Hanım, onun küçüğü Molla Muhammed, Mercan ve Abdulmecit Efendi geliyordu. Üstadımızın muhterem amcaları ise, şöyle sıralanıyorlardı: Mehmi, Koluz ve Hacı.
Üstadımın Neseb ve sülâlerini belirtmekte yeterlidir sanıyorum:
“Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (ra) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum. Ve Nur’daki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum.” (Emirdağ Lâhikası, s. 206)
Bediüzazaman dosyasını tamamlamak için, Nurs Köyü’nün mübarek hanelerini ev ev dolaşmıştım. Hazret-i Üstad’ımın yakın akrabalarının, amcalarının, amca çocuklarının, hayatta kalan o mübarek şahsiyetleri tanımak ve tanıtmak için çıktığım yolculuk devam ediyordu.
Yetmişli yıllarda bir grup Bediüzzaman gönüllüsü ile birlikte Nurs’a yaptığımız bir seyahat, ufkumuzu açmıştı. Buna sebep olan da, Üstadımın büyük kardeşi Molla Abdullah’ın damadı Bofi Taceddin Aslan olmuştu.
Tacettin Aslan bize şunları anlatmıştı: “Said’in dedesinin ismi Ali, onun babası Hızır, onun babası Mirza Halid, onun babası Mirza Reşen’dir. Muhterem Üstadımın babası ise Sofi Mirza’dır.”
Seyyidler sülâlesinden olan Nursî hanedanına mensup şahıslardaki üstün hususiyetlerden tesbit ettiklerimizden bazılarını şöyle ifade edebiliriz:
1- Kimseye küsemiyorlar. (Nurs Köyü’ndeki, hanedana mensup insanların kendi ifadeleri)
2- Gençleri güzel ahlâklı olması. (Bizim de bizzat gözlemlerimiz o yöndedir).
3- Gençlerde fıtrî bir saygı ve nezaket, sevgi ve terbiye vardır.
4- Misafirperverlik ve sorumluluk duyguları gelişmiştir.
5- Merttirler, yalan söylemezler, fedakârdırlar.
6- Aç ve sefalet içinde değillerdir.
7- Minnet altında kalmıyorlar, izzetlidirler.
8- İslâma fıtrî bir bağlılıkları vardır.
Üstadımız doğduğu bu köy hakkında şöyle buyurmuştur: “Bizim Nurs Köyü’müz ise hem eski talebelerim hem hemşehrilerim biliyorlar ki bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakikî bir ihtar ile bildim ki o masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs Köyü’nü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kable’l-vuku ile o nimet-i İlâhiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.” (Emirdağ Lâhikası)