İsmail Fakazlı, 1913 yılında İnebolu’da dünyaya gelir.
İbrahim Fakazlı’nın kardeşidir. İbrahim, İsmail’e Üstadı anlatır. Beşinci Şuâ’yı verir. İsmail heyecandan yerinde duramaz. Ayakları yerden kesilir. Sabaha kadar üç kez döne döne okur. İki kardeş Nur hizmetine revan olur. Zemzem tadında okur, yazar ve yaşarlar. Günler geçtikçe Üstad aşkı kalbinde maya tutar. Risalelerde siretini gördüğü zâtın suretini görme vakti gelmiştir. Kader yolları açar. 1947 yılıdır. Denizli Hapsinde Üstadla yatan Sadık Demirelli ile Emirdağ’a gideceklerdir. Yola koyulmak varmaktır. Yola koyulurlar. Gece ikide Emirdağ’a varırlar. Bu saatte Üstad rahatsız edilmemelidir. Ama gel de İsmaillerin aşk ve hasretle dolu kalblerine bunu anlat. Otele yerleşirler. Sabahı zor ederler. Namazı camide kılmak için çıkarlar. Sabahçı kahvelerinden sesler gelmektedir. Bir evin önünden geçerken iniltiyi andıran hazin sesler işitirler. Birden bir bekçi belirir. “Burada durmayın, Hoca Efendi zikrediyor.” O zaman anlarlar, bu ses zikirleriyle çağı dizinde uyutan Bediüzzaman’ındır.
İsmailler kalbinden vurulmuşa döner. Dizlerinin bağı çözülür. Olduğu yerde kalakalırlar. Üstadın eşiğine varmadan sesine teslim olmuşlardır. Bekçi haklıdır, bu içli zikir bölünmemelidir. Bu ilâhî ahenk dizginlenmemelidir. Çaresiz, az ilerideki camiye doğru yürürler. Namazı kılıp otele dönerler. Ziyaret için güneşin yükselmesini beklerler. Az sonra kapı çalar. Açarlar. Güneşten bir parça aralıktan görünür. “Ben Ceylan Çalışkan. Üstad sizi bekliyor.” Şaşırırlar. Aman ya Rabbi! Ortam sıkıntılı olduğu için Üstadı görmeye geldiklerini kimseye söylememişlerdir. O halde Üstad geldiklerini nasıl hissetmiştir! Evet, Üstad hissetmiştir. Ziya Arun’a “Benim uzaklardan misafirlerim gelecek” diyerek şilteleri bile temizletmiştir.
Bediüzzaman’ın eşiğinde
Ceylan’ın peşine takılırlar. Güneşin düştüğü gölge gibi Ceylan’ı takip ederler. Nihayet Üstadın eşiğine varırlar. Kapıyı çalarlar. Şeyh Şamil’i andıran, heybetli, gür bıyıklı, Kafkas kartalı misali, tığ gibi, ince bir endam içinde, bir vakar ve ciddiyet abidesi müstesna insan Zübeyir Gündüzalp kapıyı açar. Efe Sadık, Üstaddan sonra olsa olsa ancak bu genç karşısında titrer. Üstad misafirlerini ayakta karşılar. Kimselere boyun eğmeyen Efe Sadık çevik bir hareketle Üstadın ayaklarına kapanır. Yetmiş yaşın eşiğindeki Hazret de aynı çeviklikle karşılık verir. Ilgaz Dağları’nın efesi çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başlar. Ulvî bir hüzün odayı kaplar. Üstad da kendinden geçer. Zaman durur. Üstad Sadık’ın omuzlarından tutar. “Evlâdım Sadık Bey! Kalk kardeşim kalk! Bana hakkını helâl et. Sen bana Denizli Hapsinde dokuz ay çorba pişirdin.”
Sadık Bey kendine gelir. Güneş görünmüş, karlar erimiş, dalgalar dinmiştir. Deniz gözlerinde gözyaşı bitmiştir. Ayağa kalkar. Kucaklaşırlar. Dağ dağa kavuşur. Ilgaz Dağları Emirdağ’la buluşur. Bu nasıl muhabbet ve samimiyet böyle ya Rabbi! Açılsın tarihin altın sayfaları, yazsın bu unutulmaz anları.
Kimine kefen giydirilir, kimine cübbe
İsmail bu tarihî manzarayı ağlayarak seyrederken Üstad kendisine döner. Şefkatle kucaklar. İsmail hürmetle ellerine kapanır. Gönlünden kopan fırtınalarla dudakları Üstadın ellerine vurur. Hasretle öper öper... Heyecandan deniz misali her yeri titremektedir. Bu cezbe ve istiğrak ne kadar sürdü bilinmez, ama artık ne Sadık, ne de İsmail ayakta duracak halde değildir. Üstad kendileri için temizlettiği şilteye buyur eder. Otururlar. İsmail’e döner. Sadık Beye işaret eder. “Bu kardeşim hapishanede dokuz ay çorbamı pişirdi. Bana çok hakkı geçti.” Sadık, İsmail’in gözünde bir kat daha büyür. Sadık mütevazı duruşuyla, gönüller sultanı olmak için dünya saltanatını terk eden İbrahim Ethem’i hatırlatmaktadır. Üstad, Efe Sadık’ı, İbrahim Ethem gibi ağırlar. Halid-i Bağdadî’nin cübbesini giydirmek ister. Cübbeyi tutar. Sultana sultanlık, gedaya gedalık yakışır. Efe Sadık dediğin Sultanlar Sultanı Üstadın yanında aciz bir köledir. Nasıl giysin Sultanın elinden cübbeyi? Üstad cesaretlendirir. “Kardeşim Sadık Bey giy!” Hürmet ve edebinden bir türlü giyemez. Sevenin halinden sevenler anlar. Vazgeç Üstad, bu iş Sadık’ı yaralar. Zübeyir meseleyi anlar. Cübbeyi alır, Sadık’a tutar. Sadık bu sefer giyer. Arkasından İsmail’e giydirir.
İnsan kendini küçük görse büyür. Küçükler büyüklerin yanında büyür. Küçük İsmail, Sultan Bediüzzaman’ın şakirdi ve Efe Sadık’ın yoldaşı olarak, Zübeyir’in elinden cübbe giyerek biraz daha büyür. Büyükler safına katılır.
Üstad manevî ikramlardan maddîlere geçer. Tatlı ikram eder. İsmail, hanımının yazdığı Meyve Risalesi’ni takdim eder. Üstad âdeti olduğu üzere sonuna duâ yazar. ‘İlâhî! Allah’ım! İsmi Azâmın hürmetine bu nüshayı yazan Lütfiye’yi Cennetü’l Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle.’
Gözyaşlarıyla, cezbelerle, istiğraklarla, çarpıntılarla başlayan ziyaret duâlarla sona erer. Üstaddan sonra Çalışkanlar Hanedanı’na misafir olurlar. O günlerde Ceylan’ın başı derttedir. Üstada ve Nur Talebelerine ilişen birisi iyice arsızlaşınca Ceylan dayanamamış, yaralamıştır. Bu gergin ortamdan biraz uzaklaştırmak için Efe Sadık ve İsmail, Ceylan’ı Eskişehir’e götürür. Üstad yaralama hadisesinden dolayı son derece üzgündür. Ehl-i dünya bunu propaganda malzemesi yapabilecektir. Böyle bir dönemde Sadık Bey ve İsmail’in ziyaretleri ilâç ve merhem gibi gelmiştir.
Yangın var!
Bir gece komşuda büyük bir yangın çıkar. İsmail evine sirayet edeceği endişesiyle terasa çıkar. Birden Üstad karşısında belirir. “Korkma kardeşim İsmail. Allah bizimle beraberdir.” Yangın bitişikteki evi kül ettiği halde İsmail’inkine zarar vermez. Ertesi gün eşraftan birisi gelir. “Hangi duâyı okuduğunuzu bilmiyorum, ama gece dokuz, on tane beyaz güvercin ateşin üstünde dönerek abluka altına aldılar. Bu yüzden evinize yangın sıçramadığını gördüm.” Risale nurdur, nar yakamaz. İsmail, olayı evindeki Risalelere bağlar.
Peygamber sevgisi kalbinde bir başkadır. Üç defa kutsal topraklara gider. Hizmetin bereketiyle asrı aşan ömür sürer. 5 Aralık 2014’te Peygamber ve Üstad aşkıyla dolu kalbi durur. Zübeyirlerin, Tahirilerin Üstada yolcu edildiği Fatih Camii’nde namazı kılınır. Eyüp Sultan Kabristanı’na, kendisine cübbe giydiren Zübeyir’in yanına yatar. Zübeyir altmış yedi yıl önce cübbeyle İsmail’i sarıp sarmaladığı gibi, o gün de toprağın kara bağrında sarıp sarmalar. İnsan insanın gâh kurdu, gâh kabir kardaşıdır. İnsan insana gâh kefen, gâh cübbe giydirir. Herkes kendine yakışanı yapar. Ne güzeldir Halid-i Bağdadî’nin cübbesini kendine giydiren kişiyle kefen ve kabir kardeşi olmak…