Elinde bir yaprak vardı. Onu uzun uzadıya süzdükten sonra “yazık!” dedi. “Niye yazık?” “Okuma bilmiyoruz da ondan!” Şaşırdım. Okuma bilmek ne kelime, iyi bir tahsil yapmıştı kendisi. Kitap elinden düşmezdi.
“Biliyorsun yâ” dedim şaşkınlıkla.
Gülümsedi belli belirsiz. “Asıl okuyuştan söz ediyorum. Sen hiç ağaç kitabını ya da yaprak sayfasını okudun mu meselâ?”
“Hayır”
“Okumadın, çünkü okuma bilmiyorsun. Bak, bu bir yaprak. Bir bakıma da sayfa... Bunda da yazılar yazılı. Bu da kâtibini, yazıcısını sanatkârını bildiriyor. Çünkü o yazıcı kendini bu yaprakla da bize tanıtıyor. Bir mektup gibi göndermiş bize. Nasıl bir mektup yazarını gösterir, bildirir, tanıtır; öyle de her bir yaprak onun ustasını anlatıyor, tanıtıyor, sevdiriyor.
Şimdi ben bu dili, bu okuma biçimini öğrenmeye çalışıyorum.!”
“Ne dili bu?”
“ İman dili... Bu dili bize Kur’ân öğretiyor.” “
“Nasıl yani?”
“Kâinatta varlıklar için “âyet” tabirini kullanıyor.” Bakın, görün, düşünün, ibret alın!” diyor.
Kur’ân gibi kâinat da bir kitap; onun da sûreleri, âyetleri,kelimeleri var.”
“İlk inen âyetteki ‘Oku’ emri bunu da kapsıyor mu?”
“Elbette! İki kitap var önümüzde. Biri kelâm sıfatından, öbürü kudret sıfatından geliyor. Bunlar birbirini tefsir ediyor.”
Bu şaşırtıcı açıklamaları dinledikten sonra yerden bir yaprak da ben aldım, birlikte okumaya başladık!
(Ömer Sevinçgül)