Uhuvvetin en temel esası kardeşane ilişki dedik. Ensar ve Muhacir Sahabelerin kardeş kılındığından bahsettik. Peki, bu kardeşlik bağını nasıl yaşıyorlardı? Nasıl devam ettiriyorlardı?
Uhuvveti temin eden kardeşane ilişki başlığı altında birkaç nazenin kıssalara şahitlik edelim ;
Bir gün Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir el ele tutuşarak mescide doğru geliyorlardı. Peygamber Efendimiz “Nebiler ve Resullerden başka bütün önceki ve sonrakilerden Cennetlik olanların kemal çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın” buyurarak onları kardeş ilan etmişti. Fakat arkasında bir zat duruyordu. Onu fark ettiğinde onun gözleri dolmuş ağlamaklı bir hâldeydi bu kişi Hz. Ali idi. Âlemlere rahmet, rahmetiyle âlemlere ve kalplere nur olan o mübarek Zat-ı Şahane, Hz. Ali’nin konuşmasına fırsat vermeden Hz. Ali’nin ellerini tuttu. Ama Hz. Ali kendini tutamadı. “Ya Resulullah! Herkesi birbiriyle kardeş ilan ettin. Ben yalnız mı kalacağım?” Efendimiz (asm) onu anlıyor, iç dünyasını okuyordu. “Hayır Ey Ali! Sen de benim kardeşimsin. Dünya ve ahirette benim kardeşimsin.”
Ne yüce hikmetli hadiseler! Kardeş ilan edilmenin mahiyeti ne kadar mühim. Savaş meydanında heybetlerinden asırlardır meth ettiren zatlar Medine’de el ele tutuşup dolaşıyorlar. Sevgilerini birbirlerine ve İslâm âlemine gösteriyorlar. Mesleğimiz Sahabe mesleği ise Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir el ele tutuşup birbirlerine kuvvet olup İslâm alemine uhuvvetin ve kardeşlik bağının önemine vurgu yapıyorlarsa benim de vazifem kardeşimi sevmek ve bildirmek değil midir? Nifak ve münafık cephelerini zir-ü zeber etmek değil midir? Tabiî ki de bunu sadece kardeşimin elini tutarak değil, onu şahıslaştırmadan takdir ederek, överek, destekleyerek, iltifatta bulunarak yapabilmeliyim. Zira Sahabe mesleğinde birbirlerine karşı bu hâlde başkaca bir hâl bulunmamaktaydı. Sahabelerin, birbirini Allah rızası için takdir ve iltifatta bulunduğuna yönelik belki de en güzel kıssa şu şekilde:
İslâmiyet’in yayılma büyüme döneminde sefer hazırlığı yapılıyor. Peygamberimiz (asm) de özellikle zengin Ashabı sefer için yardıma çağırıyor. Hz. Ömer bu çağrıya sevinçle uyup malvarlığının yarısını ailesine bırakıp kalan yarısı ile Peygamberimizin (asm) yanına gitmeye karar veriyor. İçinden de “ Hz. Ebu Bekir’i bu sefer bağış yardım konusunda geride bırakacağım” düşüncesine de engel olamıyor. Ancak bunu kıskançlık olarak değil gıpta ederek düşünüyor. Bu hayırda yarışmak oluyor. “… verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekleri korkusuyla kalpleri ürpererek veriyordu.”1 Hz. Ömer’in bu duygusu “Allah katında önde gidenlerden” olma isteği. Hz. Ömer, Peygamberimizin (asm) huzuruna giriyor. Peygamberimiz (asm), “Ya Ömer, evine ne bıraktın?” diye soruyor. Hz. Ömer “Yarısını Ya Resulullah!” diyor tam o sırada Hz. Ebu Bekir içeri giriyor. Peygamberimiz (asm) Ebu Bekir’e “Evine ne bıraktın Ey Ebu Bekir?” diye soruyor “Allah ve Resulünü ya Resulullah!” diyor. Hz. Ömer’in gıbtası sevince dönüşmüş gönülden, içten, samimî, ihlâsla göz yaşlarıyla kardeşine iltifatta bulunarak takdir ediyor ve diyor ki “Her hayır yarışını sen kazanıyorsun. Anam babam sana feda olsun Ya Ebu Bekir!”
Evet, onlar müşriklere karşı çok celalli ama kendi içlerinde birbirlerine karşı zarif, nazenin hassas, incitmeden, severek, birbirleri hakkında su-i zanna kapılmadan imana hizmet etmişler, bu hizmetin temelini böyle atmışlar. Bizler bu hizmette Sahabe mesleğini devam ettiren hâdimler olarak kardeşane muhabbetimizi ve uhuvvetimizi onların yaptığı gibi yapmalı birbirimize takdirane iltifatta bulunmalıyız. Zira bizler birbirimizin “takdir edici yoldaşlarıyız.” Su-i zanna mahal vermeden uhuvvetimizi diri tutmalıyız. Zira kalpleri ancak Allah bilir. Mü’minin mü’mine karşı kalbinde sevgiden başka bir şeyin barınamayacağını nefsimize telkin edip onu susturmaya çalışmalıyız. Sorgulayabileceği ve mesul olduğu tek kalbin kendi kalbimiz olduğunu söylemeliyiz kendimize. Nefsimizin, kardeşimizin kalbini yargılamasına izin vermemeliyiz, Zira kalpleri ancak Allah bilir ve ancak Allah hüküm verir.
Dipnot:
1. Mu’minun Suresi: 57.