Menfaate dayalı siyaset, bu zamanda hileye-yalana çok revaç verdirdi. Tarafgir siyaset ise, şeytanla anlaşıp onunla koalisyon kuracak kadar zıvanadan çıktı.
Bu cümleden olarak, bize de çok sayıda soru geliyor. İşte, bu yazıda o sorulardan birinin cevabı üzerinde durmaya çalışalım inşallah.
*
Bize sıklıkla yöneltilen söz konusu soru, özet olarak şöyle: Siz de biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Hazretleri “Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti” demiş, şeytandan kaçarcasına siyasetten kaçınarak Allah’a sığınmıştır. Buna rağmen, nasıl olur da Risale-i Nur talebeleri siyasetle ilgileniyor? Bu bir tezat değil midir? Tezat değilse, meselenin izahını nasıl yapmalı?
Bu meselenin izahı ve cevabı sadedinde, kasır fehmimizle şunları söyleyebiliriz:
Bize göre, ortada tezat teşkil edecek herhangi bir durum yok. Zira, Meşrutiyet döneminde o meşhur “Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti” sözünü sarf eden Üstad Bediüzzaman, 30–35 yıllık bir kesintinin ardından, 1948–49 senesinden itibaren yine bizzat kendisi “Üçüncü Said” nâmıyla tekrar siyasetle yakından ilgilenmiş ve hatta bu meselede birçok lâhika mektubu neşretmiştir. Az bir kısmı mahrem tutulan bu mektupların çoğu meydandadır. Dolayısıyla, umumun istifadesine açıktır, isteyen herkes açıp bakabilir.
Bununla beraber, Hz. Üstad’ın yeniden ilgilenmiş olduğu siyaset, şeytanla bağlantılı olduğunu işaret buyurduğu o “tarafgirlik siyaseti” değildir. Tenzih ederiz.
Hatırlatmakta fayda var: Üstad Bediüzzaman’ın vaktiyle sarf etmiş olduğu o sözün ve aynı yöndeki tavrının gerekçesini kısaca şu mânâda açıklıyor: “Tarafgirlik hissinin siyasetçiliğe karışması. Tarafgir siyasetçilerin, şeytanı melek, meleği şeytan gibi göstermeye çalışması...” (Emirdağ Lâhikası: 237)
İşte, böylesi bir siyasî anlayıştan ömür boyu kaçınan Üstad Bediüzzaman’a iktidaen, biz de her daim ondan kaçınıyor ve şerrinden de Allah’a sığınıyoruz.
*
Bizdeki siyaset zemini, gerek Meşrutiyet’in ikinci devresi ve gerekse Cumhuriyet’in ilk döneminde, adeta “şeytanın oyun sahası”na çevrildi. Yani siyaset, bir bakıma şeytanın emrine sokuldu ve farklı hiçbir temayülün, hiçbir siyasî hareketin hayat bulmasına müsaade edilmedi, ona imkân-fırsat tanınmadı. Hiçbir partinin serbestçe seçime girmesine yol verilmedi.
İşte, böylesi durumlarda, siyasete girmenin, siyasetle ilgilenmenin geçerli bir mantığı olamazdı zaten.
Siyaset, ne zaman ki, vatan ve milletin mukadderatında bir mânâ ifade etmeye, yahut tesirli bir rol kazanmaya başladı, Bediüzzaman Said Nursi de o işte zaman, kalben olduğu gibi fikren ve fiilen de terk etmiş olduğu siyasete bakma gereğini duydu. Bakarken de, “sırat-ı müstakim” dışına çıktığını gördüğü ifrat ve tefrit ehlinin yanlışlarına dikkat çekerek, “âkil sıddıklar”a daima yol göstermeye çalıştı.
*
Velhâsıl, Said Nursi, doğrudan aktif siyasetin içine hiç girmedi; talebelerine de dava adına, camia namına girmemeleri yönünde tavsiyelerde bulundu. Bunun yanı sıra, dost ve talebelerine siyasette doğru yolu, doğru adresi tarif ile beraber, o adrese ayrıca yardım etmelerini, yani istinat noktası olmalarını tavsiye etti. (Age)
Esasen, o zâtın, iman hizmetinin yanı sıra, siyaset noktasında da mükellef olduğu bir mühim vazifesi vardı; haliyle, onun da gereğini yapmaya kendini mecbur ve mükellef olarak görüyordu. Bunu da Afyon Hapsinden çıkmadan kısa bir süre önce muhataplara hitaben açıkça beyan etti. (Tarihçe–i Hayat, Afyon Hayatı: 490)