Zübeyir Gündüzalp: Risâle-i Nur’un kelimelerini aynen muhafaza etmekle mükellefiz
Abdülkadir Badıllı naklediyor: 1969’da Arabî Mesnevî’yi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde, aslen Arabça olan Mesnevî’nin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabça’ya tercümesi lâzımdır, çünki bu kitab Arabça’dır ve Arabların içinde neşredilecektir’ diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr Ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir:
“Râbian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binâen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın harikulâde üslûb ve belâgatını ve hakikatleri ifade sadedinde istimal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulunmaktayız. …Eğer ‘şimendifer, eczahane, santral’ gibi lügatlar, ‘Nuriye’de Arabî risalelerin içinde ise; mezkûr vazifemize ve hakikata binâen yine değiştiremeyeceğiz. Okuyan zâtlar öğrensinler. Eğer Arabça’yı okuyacak yeni nesil ise, Yirminci Asrın mevki-i muallâsından hitab eden Mübelliğ-i Mübin’in, Hâdî-i Ekber’in—kim bilir akılların ermediği ne hikmete binâen yazdığı—mevzubahis kelimeler misillü lügatları merak edip öğrenmek şeref-i manevîsine yükselsinler.
“Hâmisen: Eğer Arabîleri başında, eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın. Madem Üstadımız o büyük eseri, tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış; bizler de aynen bırakırız.”
Hasta Kardeşiniz
İşte merhum Zübeyr Ağabeyin Risâle-i Nur’un neşrinde gösterdiği en büyük sadakat titizliğini ve en vefakâr hâlet-i ruhiyesini ve samimî telâkkisini gösteren ve bildiren ifadeleri...
* * *
1950’den sonra Büyük Doğu mecmuasını çıkaran meşhur yazar ve şöhretli edip Necip Fazıl Kısakürek, risâlelerden bazılarını sadeleştirerek mecmuasında neşrettiği zaman, Hz. Üstad onu durdurmak için talebelerini vazifelendirdi ve o neşriyatı durdurdu. Bu hususta, Üstadın hizmetkârı ve en yakın talebelerinden merhum Ceylân Çalışkan ile Zübeyr Gündüzalp, Necip Fazıl Bey’e Risâle-i Nur’un sadeleştirilemeyeceğine dair uzun mektublar yazdılar. Müdellel ve mevsuk hüccetlerle onu durdurdular.
Gazetedeki aynı yazıda yazar, Şemseddin Yeşil’in risâlelerden aldığı parçaları kendi eserinde değiştirerek neşrettiğini ve bu hareketini Bediüzzaman’ın hoş karşıladığını yazıyor. Biz hizmetkârları yakînen biliyoruz ki; böyle dost bazı yazarları gücendirmemek için Hz. Üstadımız zahiren muhalefetini göstermezdi. (…)
Risâlelerden bazı bahisleri bir derece izah ederek mecmua ile neşrini isteyen âlim bir talebesine izin vermeyen mektubunda Hz. Üstad: “Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin” diyerek izin vermez.
* * *
Aynı yazarın iddiaları arasında: “Risâleler mirî malıdır. Hiç kimsenin, hatta müellifinin dahi bu eserleri sahiplenmeye hakkı yoktur” diyerek Nurları yağma yapılabilir sahipsiz bir mal şeklinde gösteren ve çok acib bir fevzâ (kargaşa) kapısını açan iddiası da var. Anlaşılıyor ki, bu iddia sahibi Hz. Üstadın mükerrer vasiyetlerinde ve eserlerinin çok yerlerinde “sâhibler” diye vasıflandırdığı ve Nur’un haslar dairesini teşkil eden “vârisler” ve iman hizmeti fedakârlarını âdeta hiçe sayıyor.
* * *
Sözü uzun etmemek için vasiyetnameleri ve haslar dairesinin fedakârlarına dair pek çok beyanları külliyat-ı Nura havale ile birkaç parçayı nakletmekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki:
“Risâle-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sâhib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur’âniye ve îmaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürür ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.” (Kastamonu Lâhikası, s. 5)
* * *
“Aziz sıddık kardeşlerim,
“Bayram tebrikiyle beraber her birinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak manevî bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ediyorum. Madem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulûm-u imaniye ve hizmet-i Kur’âniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i ilmiyeyi verdikleri misillü icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşaallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envâr ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli, vazifeperver Saidler olursunuz.” (Emirdağ Lâhikası-II, s. 6)
* * *
Risâle-i Nur’un mal-i umumî olup, temellük edilememesi demek, Risâlelerdeki hakikatlar, Kur’ân’ın malıdır, fikir mahsulü değildir demek olduğu, külliyatın müteferrik yerlerinde musarrahtır. Onun için bunun üzerinde daha fazla durmuyoruz.
Yazıda, risâleden alınıp değişiklik yapılan bir parça ile, asıl orijinal arasında mukayese için örnek veriliyor. Böylece o meçhul şahsın, Bedîülbeyan vasfıyla tavsif edilen Risâle-i Nur’un belâgatının üstünde bir belâgat sahibi olduğu fikri ihsas edilmekle, ehl-i vicdanın nazarında nasıl bir istiskale mâruz olduğu izahtan varestedir.
Yazar, Risâle-i Nur’un bizzat te’lifindeki hârika nâiliyeti, âyâtın muayyen zamanlar içinde açılıp te’life medar kudsî ilham-ı küllî olan ulviyet-i beyanını bilmemekte, düşünmemekte ve hattâ mezkûr külli mâna ile vücuda gelen ve Nurların ders tarzı suretiyle cilveger olan, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, bu asrı ve gelecek asrı nurlandıran kudsî mâhiyetini nazara almamaktadır.
Velev hizmet mülâhazası ile de olsa, “Risâle-i Nur sadeleştirilmelidir” diye gazete lisanıyla âleme ilânat, milyonlar Nur Talebelerinin akıl, kalb ve ruhlarının tâ derinliklerinden bağlandıkları Risâle-i Nur’a ve te’lifindeki güzelliğine perde çekmek hükmünde telâkki edilmekle, o yüce velinimetinize karşı nasıl bir sadakatsizlik ve vefasızlık örneği gösterdiğiniz, cidden medar-ı teessüftür.
Üstad, kalem karıştırmaya razı değil
Hz. Üstad değil sadeleştirmeye, kalem karıştırmaya dahi razı değildir. Buna bir misâl: Hz. Üstadımız bir gün, en has talebesinin Fihrist Risâlesi’ne güya mânâ daha güzelleşiyor düşüncesiyle yaptığı ilâveleri görüp mütâlâadan sonra, Zübeyr’le Ceylan’ı çağırıp: “Benim Sungur ile bir muhakemem var. Onlar böyle böyle yapmışlar. Beraber gelin, mânaya dikkat edin, hangisi doğru?” deyip karşılaştırıp sonra te’lifindeki, asliyetteki mânanın şumûlü ve isabeti ortaya çıkmakla, o risâleyi getirene şiddetli bir tokat aşkedip: “Titremeli idiniz. Ben dahi kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırdınız?” diye hiddet gösterdiği, yeminle bu hâdisenin hem şahidi hem muhatabı olarak size arz edilmiştir.
İşbu keyfiyet, bilindiği halde, siz şimdi hangi Üstadın, hangi Bediüzzaman’ın sadeleştirmeye izin verdiğinden bahsediyorsunuz?
(Devamı var)