Kendini beğenmiş kibirli bazı kimseler, çobanları sosyal hayatın alt tabakasında görürler. Öyle ki, cemiyet içinde “Dağdaki çoban ile benim oyun aynı mı?” diyen bencil kafalılara bile rastlamak mümkün.
Dahası, böyleleri beğeni aldıklarına ve taraftar bulduklarına göre, bunların sayısı azımsanmayacak ölçüde bir yekûn tutuyor demektir.
Oysa, hürriyetçi demokrasiye göre, bir çoban ile bir generalin, bir ırgat ile bir profesörün reyi aynı derecede kıymetli ve sandıkta geçerlidir.
Çobanları hiç bir şekilde dışlamayan, onları küçümsemeyen, aksine hak ettikleri makamı veren Üstad Bediüzzaman Hazretleri, onlar için “Dağ Kumandanı” tâbirini kullanıyor. Sırası gelmişken, şimdi ona bakalım...
★
Aynı bahsi şimdiye kadar defalarca okumuş ve dinlemiş olmama rağmen, evet, çobanlar hakkında ilk kez nazar-ı dikkatimi çeken ifade, Kastamonu Lâhi-kası’nda geçen şu “Dağ Kumandanı” tâbiridir.
Aşağıda iktibasen okuyacağımız metinde geçen diğer tâbirler de güzel ve tam yerindedir, şüphesiz. Ama, onlar hafıza kaydımızda yer almış olmalarına rağmen, çobanlara dair ise daha çok “bahadır” tâbirini hatırlıyorduk. Meğer-se, serde ayrı bir “kumandanlık” pâyesi var imiş.
İşte, o pâyenin de zikredildiği “Haşiye”nin metni şöyledir: “Risâle-i Nur kahramanlarından Şükrü Efe ve bilhassa dağ kumandanı Çoban Veli’nin ve yörük aşiretlerinden Bahadır Süley-man’ın ve emsâlinin gayretleri...”
Gönlüm ister ki, bu güzel ve müstahsen tâbiri görmeyen, okumayan, duymayan bir çoban kalmasın. Zira, Hz. Bediüzzaman kadar onları bu şekilde tabir ve tavsif eden çağımızda başka birini bilmiyorum ve duymadım.
★
Yıllar önceydi. İzmir Ödemiş’teki arkadaşlarımızın davetine icabet bu şirin beldeye gittik. Havaalanında bizi eski İzmir milletvekili merhum Mehmet Özkan Ağabey karşıladı. Arabasıyla Ödemiş’e doğru giderken, tanışıp samimiyet kurduğu bir çobanı da akşamki programa davet etti: “İstanbul’dan gazeteci-yazar bir misafirimiz var. Mümkünse sen de gel, tanış, seminerini dinle...” dedi.
Dağda çobanlık ettiği sürüyü bir yakınına teslim ederek geldi. Musafaha ve tanışmadan sonra gitti kapının eşiğinde oturdu. Yanımıza çağırdık gelmedi. Lisan-ı haliyle “Estağfirullah, siz kim, ben kim?” der gibiydi. Gelenek, yahut kendi telâkkisine göre “Milletvekili, gazeteci, çoban” aynı seviyede değildir, dolayısıyla, koltuklarda yan-yana eşit seviyede oturamazmış.
Kendisine ısrar ettik “Gel, yanımızda otur” diye. “Gelmezsen, biz senin oturduğun yere geliriz” dediğimiz hal-de, utanıp yine gelmedi.
Nihayet, salonun orta yerinde bir araya gelme noktasında onu zar-zor ikna ettik. Sohbet esnasında da, özetle şunu söyledik: “İman kardeşliği daire-sinde, ayrım-gayrım yoktur. Burada hepimiz eşit derece ders arkadaşıyız. Çekinmeye hiç gerek yok.”
Haliyle şaşırdı; ama, bu durumdan çok da memnun oldu, sevinç duydu.
İşte, hem o, hem diğer çobanlar Hz. Bediüzzaman’ın nazarında birer “Dağ Kumandanı” hüviyetindedirler. Elbette, bizim için de öyledirler.
NOT: İlgili “Haşiye”nin bağlı olduğu ifade şöyledir:
Bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleşiyor. İnşaallah, onu hiçbir şey koparamayacak, ensal-i âtiyede de devam edip gidecek.
Aynen bu masum küçük şakirtler gibi, Risale-i Nur’un cazibedar dairesine giren bu ümmî ihtiyarların, kısmen çobanların ve yörük ve efelerin bu zamanda, bu acip şerait içinde her şeye tercihan Risale-i Nur’a bu surette çalışmaları gösteriyor ki: Bu zamanda Risale-i Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, çiftçiler, çobanlar, yörük efeler, hâcât-ı zaruriyeden ziyade bir hâcât-ı zaruriyeyi Risale-i Nur’un hakaikini görüyorlar.