Halen "Avrupa Birliği Bakanı, Başmüzakereci ve Türkiye’nin Avrupa Birliği Nezdindeki Müzakere Heyeti Başkanı" sıfatlarını taşıyan AKP İstanbul milletvekili Egemen Bağış, aslen Siirtlidir.
Dolayısıyla, Arap kökenli bir hemşehrimizdir. Tıpkı, Tillolu Hüseyin Çelik (annesi Kürt, babası Arap) ve yine Tillolu Arap–Emevî kökenli MHP'li Oktay Vural gibi...
Hepsi de saygın ve seçkin hemşehrilerimiz arasında yer alır.
Bu arada, hayretimize dokunan bir hususu nazara vermeden geçemeyiz: Ne hikmetse, dün olduğu gibi bugün de Türkiye'de tanınan meşhûr Türkçüler ile Atatürkçülerden hemen hiçbiri "hakiki Türk" değildir: İşte Ziya Gökalp'ten Yusuf Akçura'ya, Cemal Kutay'dan Toktamış Ateş'e, Egemen Bağış'tan Oktay Vural'a kadar...
Bunların tamamı başka ırktan ve başka kökenden gelen şahıslar.
Ne var ki, bu vatanda en katı Türkçü ve en bağnaz Atatürkçüler listesinde yine bu isimlere rastlanmakta.
Bundan da anlaşılıyor ki, yakın tarihimiz düzmece ve resmî tarihimiz kurmaca bilgiler üzerine bina edilmiş. Bu realitenin bazı örneklerini aşağıda görebilirsiniz.
Atatürkçüler AB'ye şiddetle karşı
Türkiye'de "AB üyeliğine karşı gelen kimlerdir?" diye bir anket yapılsa, ilk sırada sıkı Atatürkçüler ile PKK'ya destek veren çevrelerin geleceğinden zerrece bir şüphem yoktur.
Buna rağmen hem AB üyeliğine tarafmış gibi görünmek, hem de hızlı Atatürkçü kesilmek, doğrusu anlaşılır gibi değil.
Hele hele bu yaman paradoksun odağındaki bir şahsın aynı zamanda "Avrupa Birliği Bakanı" ve Başmüzakerecisi durumundaki bir diplomatın olması, hayretimizi büsbütün arttırıyor.
Evet, Sayın Egemen Bağış'tan söz ediyoruz. Babası bir dönem Siirt Belediye Başkanlığı (Abdullah Bağış, 1974–79) yapan Bağış, kendini çok iyi yetiştirmiş bir diplomattır.
Fakat, ne hikmetse AKP içindeki en hızlı, en gönüllü Atatürkçüler arasında görünmeyi tercih ediyor.
Nitekim, bundan birkaç sene evvel "En Atatürkçü parti biziz" diyen Bağış, geçtiğimiz 10 Kasım'da da bu iddiasını güçlendirecek birtakım etkinliklere imza attı.
İşte, bu hususla ilgili olarak dünkü (15 Kasım) Zaman gazetesinde İhsan Dağı'nın köşesinde çıkan ironik tonlu değerlendirme yazısından kısacık bir bölüm:
"Doğrusu AK Parti, bu 10 Kasım etkinliklerinde son derece başarılı bir sınav verdi. Anma etkinliklerini Türkiye ve KKTC'den çıkarıp Letonya'ya kadar taşıdı. AB Bakanı Egemen Bağış, yüzlerce Letonyalı öğrenciyi saat 09.05'te saygı duruşuna kaldırdı.
"Bu 'eylem' kadar 'açıklamaları' da ilginçti Sayın Bakan'ın. Avrupalılara kendi tarihlerine ilişkin bilmedikleri gerçekleri öğretti; Avrupa Birliği'nin fikir babası aslında Atatürk'tü: 'Atatürk, kuruluşundan 20–30 yıl önce Avrupa Birliği fikrini gündeme getiren büyük bir liderdir. Kuruluşunda en büyük pay sahibi olduğu Balkan Paktı'nın genişleyerek Avrupa Birliği haline gelmesi gerektiğini söylüyordu. Ömrü savaş meydanlarında geçtiği için barışın önemini çok iyi bilen Atatürk, Avrupa'da barış ve istikrarın bu şekilde sağlanabileceğini öngörmüştü.'
"(Böylelikle) Atatürk'süz hiçbir şeyi açıklayamayan 'resmî tarih' anlayışını Allah'ın izniyle Avrupa'ya kadar genişletmiş bulunuyoruz."
İhsan Dağı, Sayın Bağış'ın açıklamalarıyla haklı olarak alay ediyor.
Resmî tarihi adeta "yalan tarih"le eşdeğer hale getiren bir anlayış tarzıyla alay edilmez, dalga geçilmez de ne yapılır?
İşte size koskoca bir "resmî tarih yalanı" örneği daha...
M. Kemal, 9/10 Kasım gecesi öldü
Bu seneki Kurban Bayramı tatili, sırf 10 Kasım törenleri sebebiyle uzatılmadı. Yoksa, dört günlük bayram tatiline Perşembe ve Cuma günleri de eklenecekti. Her ne ise...
M. Kemal'in hayat safhaları gibi, ölüm ve cenaze ve defin safhaları da, aynen yaşandığı haliyle değil, ne yazık ki siparişe dayalı olarak, dolayısıyla yalana tenezzül edilerek resmî tarihin kayıtlarına geçirildi.
İşte, size 9 Kasım 1938'den itibaren yaşananların kısacık bir dökümü...
* * *
Resmî olarak 10 Kasım 1938'de saat 9'u 5 geçe öldüğü açıklanan M. Kemal'in cenazesi, 9 gün müddetle Dolmabahçe'de bekletildi.
Bu zaman zarfında, katafalkın önünde kalabalıklar halinde saygı geçişleri yapılıyordu.
16 Kasım günü ise, katafalkın önünde büyük bir izdiham yaşandı ve 7'si kadın olmak üzere 11 kişi ezilerek öldü.
Bu bilgileri birçok kaynaktan öğrenmek mümkün. Bütün kaynaklar aynı rakamları veriyor. Bu hususta ortada herhangi bir tereddüt, bir çelişki görünmüyor.
Ancak, Atatürk'ün ölüm günü ve saati ile ilgili olarak, birbiriyle uyuşmayan ve hayli çelişkili görünen birtakım bilgiler var.
İşte, bu bilgilerden birini gazeteci yazar Emin Karaca ortaya çıkardı.
Bir öğretmenin hatıra notlarından yola çıkarak "Atatürk'ün gerçekte ne zaman öldü”ğünü günümüz insanına aktaran Karaca'nın derlediği yazının ilgili bölümü aynen şöyledir:
"Biz, günlerdir bu acı haberin (Ata'nın ölümü) verileceği anı bekliyorduk, millet olarak…
"Ara ara Anadolu Ajansı kaynaklı haberlerden, başucundaki hekimlerin verdiği, içinde bol tıbbî terimlerin geçtiği raporları takip ediyorduk. Artık dönülmez bir yolda yürüdüğünü az–çok seziyorduk. Radyo pek yaygın olmadığından gazeteden takip etmeye çalışıyorduk sağlık haberlerini…
"8 İkinciteşrin (8 Kasım) 1938 Salı gecesinden beri bir fısıltı halinde kulaktan kulağa haberler dolaşıyordu: 'Bu gece ölmüş' diye… Ama, resmî bir açıklama yapılmıyordu.
"10 Kasım Perşembe sabahı, öğretmenlik yaptığım Üsküdar’daki okula giderken aldığım Cumhuriyet gazetesinin kapkara başlığını görüp, 'Atatürkümüzü kaybettik' manşetine göz atınca, Salı gecesinden beri, iki gündür dolaşan fısıltının doğru olduğunu anlamıştım. (İstanbul'da yıldırım baskıyla çıkan) Gazeteye dikkatlice bakıp okumaya çalışırken, bir tuhaflık dikkatimi çekti.
"Yine kapkara bir çevrenin içinde, mareşal üniformalı resminin altındaki, üç satırlık şu haberi okudum önce: 'İstanbul (aa) Atatürk’ün müdâvi ve müşavir tabipleri tarafından verilen rapor sûretidir: 'Reisicumhur Atatürk’ün umumi hallerindeki vehamet dün gece saat 24’te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı saat 9’u 5 geçe büyük şefimiz derin koma içinde terki hayat etmişlerdir.'
"Sonra gayr–ı ihtiyarî, sağ elim yelek cebimdeki Serkisof saate gitti. Baktım, saat 08’i gösteriyor. Oysa ki, günlerden 10 Kasım Perşembe'yi yaşıyorduk; ama, saat henüz daha değil 5 geçe, 09 bile değildi.
"Gazeteyi çantama koydum, düşündüm: Devlet yöneticilerimiz, demek ki 'Atatürkümüz”ün ölümünün 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat 09’u 5 geçe olduğunun millete duyurulmasına karar vermişlerdi.
"Derse girmeden önce gazetenin öteki sayfalarına şöyle bir göz atayım, dedim. İkinci sayfayı çevirdim. Yukarıda düşündüğüm nokta, daha somut bir şekilde gözümün önündeydi.
"Sol başta, çift sütunda çerçeveli, Cumhuriyet’in devamlı fıkra yazarlarından Peyami Safa’nın 'Atatürkümüz' başlıklı yazısı vardı. 'Türk’e ait her şeyin içinde o vardı' cümlesiyle başlıyordu, Atatürk’ün ölümünü ele alıyordu. Oysa ki, saat daha 08’i çeyrek geçiyordu.
Bunun yanında gene çift sütuna, önemli ediplerimizden İbrahim Alaeddin Beyin “Atamızı tavaf” başlıklı ağıt–şiiri konulmuştu. Oysa ki, saat daha 08’i 20 geçiyordu. Bunun da yanında, sağda çift sütuna gazetenin devamlı fıkra yazarlarından Abidin Daver Beyin 'O yaşıyor' başlıklı yazısı konulmuştu. Oysa ki saat daha şimdi 08.30 olmuştu... Neyse, şöyle ya da böyle onu kaybetmiştik." (Bkz: barbuni.com)
Evet, biz de 9/10 Kasım (1938) gece yarısı yayınlanan doktor raporlarında M. Kemal'in ölmüş olduğuna dair bilgilere bazı kaynaklarda rastladık.
Demek ki, resmî görüşe göre hazırlanan ve kabul edilen "10 Kasım saat 9'u 5 geçe" ifadesi, bir sipariş eseri olup, gerçeği olduğu gibi yansıtmıyor.
Bunu en iyi bilenler arasında AB Bakanı Sayın Bağış'ın da bulunması gerekir diye düşünüyoruz. Haksız mıyız?