İslâm âlemini üç düşman olarak nitelediği cehalet, fakirlik ve ihtilâflarla bu hale düşüren zihniyetin sahiplerini “fikir ve terakki cihetiyle ortaçağın yadigârları” olarak niteleyen Said Nursî, din düşmanlarının ortaya attığı şüpheleri reddedip yüzlerine çarparken, güya din adına bilime ve çağın gelişmelerine karşı çıkıp direnenleri de “ahmak dost” olarak vasıflandırıyor ve vehimlerinin asılsızlığını gözler önüne seriyordu.
Ona göre, “bizi dünya rahatından ve ecnebileri ahiret saadetinden mahrum eden” sebep, bilimle dinin çatıştığı iddiası idi. Bu iddiayı “Köle efendisine, hizmetkâr reisine, oğul babasına nasıl düşman ve muarız olabilir?” sualiyle ve çok kesin bir dille reddederek şöyle diyordu:
“Halbuki İslâmiyet fenlerin efendisi ve mürşidi ve hakikat ilimlerinin reis ve pederidir.” (Muhakemat, s. 8.)
Bu zamanda i’lâ-yı kelimetullahın maddeten terakkî etmeye bağlı olduğunu vurgulayan Bediüzzaman, “Medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir” hükmüyle de (Tarihçe-i Hayat, s. 30.) bu manâyı perçinliyor ve Müslümanların olması gereken yerinin neresi olduğuna böyle işaret ediyordu.
Ancak milletin bu geri kalmışlığından ciğeri yanmasına rağmen, onun dünyasında ümitsizliğe kesinlikle yer yoktu.
Aksine, İslâm güneşinin Müslüman âlemini aydınlatmasına engel olan en önemli sebeplerden birini, “tembelliği netice veren yeis” olarak tesbit ediyor; diğer sebepleri ise İslâm toplumlarındaki çeşit çeşit istibdatlar, İslâmın temel değerleriyle asla bağdaşmayan gayri ahlâkî haller ve kaos-kargaşa olarak sıralıyordu.
İşte hürriyet-i şer’î, yani İslâm ahlâkıyla bezenmiş hürriyet, bu hastalıklardan kurtulmanın yolunu açacak ve Müslümanları yepyeni ufuklara taşıyacaktı.
Bediüzzaman’ın böylesine zengin ve güçlü bir arkaplana dayanan uyanış çağrısı, aradan 110 yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen hâlâ cevap bekliyor.
Ve dünya, bu cevabı verecek nesilleri gözlüyor. Üstadın “nesl-i cedid” olarak seslenip göreve davet ettiği imanlı, bilgili, şuurlu, şahsiyetli ve hür nesilleri...