Müslümanlar tarafından fethedileceğini bizzat Peygamberimizin (a.s.m.) müjdelediği ve bunu söylerken yanında olan halası Ümmü Haram’ın (r.a.) “Yâ Resulallah, dua et, ben de o sefere katılayım” ricasında bulunduğu Kıbrıs gerçekten kısa bir süre sonra bu fethe nail olup İslâm beldeleri arasındaki yerini aldı.
Kıbrıs’taki İslâm hakimiyetinde 3.5 asırlık Osmanlı döneminin de önemli bir yeri ve payı var.
Böyle bir tarihin, adada İslâm adına silinmez izler bırakması kaçınılmazdı. Nitekim haziresinde Hz. Ümmü Haram’ın (r.a.) kabrinin bulunduğu ve bugün Rum tarafında kalan Hala Sultan ve Girne sahilindeki Hz. Ömer (r.a.) Camileri başta olmak üzere birçok İslâm yadigârı halen ayakta.
Bunlara sonra Osmanlı eserleri ilâve edildi.
Son yıllarda inşa edilen yeni camiler ayrı.
Ama Osmanlı hakimiyetinin zayıflamaya yüz tuttuğu 19. yüzyıl sonlarıyla başlayıp, adanın tamamen terk edildiği cumhuriyet sonrasında devam eden süreç, Kıbrıs Türklerinin manevî hayatında da ciddî gerilemeleri beraberinde getirdi.
Dahası, anavatanda cumhuriyet adı altında tam bir istibdad-ı mutlak şeklinde uygulanan laikçi rejim, adayı Lozan’da İngiliz ve Rumlara bıraktı, ama bilhassa 1940’lardan itibaren devrimleri oraya taşımaktan da geri durmadı. Çarşaf yırtmalar ve Türkçe ezan gibi uygulamalarla...
(28 Şubat’ta da YÖK, okumak için KKTC üniversitelerine sığınan başörtülü kızları orada da rahat bırakmamak için elinden geleni yapmıştı.)
Bu hengâmede, rahmetli Atıf Ural’ın risale gönderdiği Kıbrıslı ilk Nur talebesi merhum Hizber Hikmetağalar’ın bize anlattığına göre, “Din için hiçbir şey yapılmadı. Din derslerine ehil olmayan kişiler girdi. Böylece bir nesil boş yetişti.”
Bu durum sonraki yıllarda da devam etti.
Bilhassa din eğitimindeki boşluklar, toplumun manevî hayatında esaslı bir erozyona sebep oldu.
İşte Denktaş, bunun farkında olan ve ıztırabını derinden hisseden bir liderdi. Beyanlarında ve kitaplarında bu konunun önemini defaatle vurguladı. Zaten kitaplarını da, sıkıntısı çekilen boşluğu doldurma gayretlerine bir katkı olsun düşüncesiyle kaleme alıyor ve bol bol dağıtıyordu.
Kur’ân’dan İlhamlar kitabı için yazdığı girişte, kendi çocukluğunda aile ve okulda din eğitimi verildiğini, sonra İngiliz okuluna geçilmesiyle bu eğitimin mânâ ve maksadından çok şey kaybettiğini, akabinde de büsbütün kalktığını anlatan sözleri, yaşanan süreci özlü bir şekilde özetliyor.
Denktaş bu konuda gerçekten çok dertliydi.
Adada hükümetlerin gelip gittiğini, ama din eğitiminin sürekli ihmal edildiğini vurgulayıp, dini öğrenmek isteyenlerin “gerici, laiklik düşmanı” ilân edilmesini eleştiriyor; “Laiklik okullarda din dersi verilmesine müsait mi?” şamatasıyla yılların geçirilmesinden yakınarak şöyle diyordu:
“Bu yol çıkış yolu değildir. Evvelâ laikliği bilelim ve sosyal bir mesele haline gelmiş olan din tedrisatı konusuna ciddiyetle eğilelim. Allah sevgisi ve Allah korkusu ile silâhlanmış imanlı bir gençlik istiyorsak, bu konulara yüz çeviremeyiz.”
Denktaş, bunun için yoğun çaba gösterdi. Yeni Asya Yayınlarının Lefkoşa’daki kitap sergisine de bu düşünceyle sahip çıktı. Sergideki yayınları “gençliğe yol gösteren, güzel dinimizi çağdaş gelişmeler ışığında inceleyen, çocuklara tarih, din, ahlâk bilgisi veren güzel eserler” diyerek övdü.
Manevî hayatın canlandırılması konusunda samimî ve istekliydi. Ama yalnız kaldı. Ada yönetimindeki diğer siyasî, idarî ve bürokratik kadrolar onun hassasiyetini yeterince paylaşmadılar.
Ama buna rağmen, Denktaş’ın çeyrek asır önce Yeni Asya ile birlikte açtığı çığır, aradan geçen zaman içinde birçok şeyi değiştirdi ve müsbet meyvelerini vermeye devam ediyor. Gerçi on yılların birikimi olan boşluk ve sorunlar hâlâ tam olarak aşılmış değil, ki böyle bir şey zaten Türkiye başta olmak üzere hiçbir yer için söylenemez.
Ama eskiye göre daha iyi bir yere gelindiği de gözardı edilemez. Bu bir süreç ve önemli olan, bu yöndeki samimî gayretlerin aralıksız devamı.