Eğitim fakültesinde okuduğumuz üniversite yıllarımız eğitim psikolojisine dair türlü yaklaşımları etüt etmekle geçmişti.
Hocalarımız özellikle “davranışçı yaklaşım” üzerinde daha çok duruyordu. Kim bilir belki de daha gözlenebilir olması veya daha açıklayıcı bulunmasındandı.
Benim o yıllarda dikkatimi çeken konulardan biri de “uyaran”lar konusu idi. Psikolojide kısaca “çevreden gelen ve organizma üzerinde tesir meydana getiren her şey” olarak tanımlanır.
Hâl böyle olunca Allah’ın yarattığı her şey bir “uyaran” ve davranışlarımızın temel sebebiydi benim zihnimde. Yani çevrede algıladığımız ne varsa bizim için bir uyarandır, bilgidir, veridir vs. ne derseniz deyin. Biz öğrenmelerimizi ve davranışlarımızı bunlar üzerine inşâ ederiz.
Bu tarz bir yaklaşım ve açıklama, her şeyin Cenab-ı Hakkın “manidar bir mektubu” olduğu hakikatiyle birlikte düşününce, bende farklı ufuklar da açıyordu.
O halde her şey Allah’tan bir “uyaran”dı aynı zamanda. Bunu ister Cenab-ı Hakkın kullarını “ikaz”ı olarak değerlendirin, ister onlara çevrede mesaj olarak sunduğu her şey…
Neticede Cenab-ı Hak kullarını uyarıyordu. Hem de her an ve her vesileyle! [...]
Buradan, uzunca bir zamandır insanlık olarak yaşadığımız afetlere gelmek istiyorum. Yangınlar, pandemiler, depremler, seller vs…
Bunlar dünya genelinde ve ülkemizde kendini gösteren felâketler. Hepsi de bir ‘mana’ ifade ediyor, hepsi de bir ‘esma âyinesi’ ve hepsi de birer ‘vazifeli memur’ aslında.
Küresel ölçekte herkesin bir okuması oldu ve oluyor bu “uyaranlar” üzerinde. Kimisi İlâhî kudret ve iradeden tamamen bağımsız değerlendirirken, kimisi de insan hatasını ikrarla birlikte neticede bütün sebepleri elinde tutan Cenab-ı Hakkın yarattığı ve yaşattığı bu hadiselerle vermek istediği “derin mesaja” da odaklanıyor.
“Her şeyin dizgininin Allah’ın elinde olduğu ve bir yaprağın bile Onun izni haricinde kımıldamayacağı” hakikatine inanan mü’minler aslında her halükârda kârlı çıkıyorlar. Zira hem Cenab-ı Hakkın kendilerini riayet etmekle mükellef tuttuğu sebepler dairesindeki ihmallerini sorgulayabiliyor hem de zahirî sebeplerin ötesinde böylesi umumî musibetlerdeki kader ve hikmet okumalarını yapabiliyorlar.
Elbette mü’minler içerisinde hadiseleri değerlendirmede bazı gri alanlar da kendini göstermiyor değil. Mesela deprem sonrası kimileri cebriyece topu kadere atıp “İhmaller olmasa da öleceklerdi!” anlayışını pompalarken, kimileri de -mutezilece- “Binalar sağlam yapılsaydı ölmeyeceklerdi!” türünden tesiri tamamen sebeplere veren anlayışlara savruldular. Ehl-i Sünnet çizgisi ise vefat edenlerin akıbetiyle ilgili olarak “Binalar sağlam yapılsaydı durum ne olurdu bizce meçhul. Ama biz elbette Allah’ın tabiata koyduğu kanunlarına uymakla, sağlam yapılar yapmakla mes’ulüz. Netice ise Allah’a aittir.” istikametli fikrinde kalabildiler.
Hâsılı, sebepler dairesinde her şeyin bir “uyaran” olduğunda herkes müttefik olsa da, ne tür bir “uyaran” olduğunu anlamada ve verdiği mesajları doğru okuyup istikametli bir davranış geliştirmede ihtilâfa düşülebiliyor.
Neticede “uyaranlar” var olmaya devam edecek. Her şey bir “uyaran” çünkü. Ama doğru okunmayı bekleyecek…
(Genç Yorum, Nisan-2023 sayısından kısaltılarak alınmıştır.)