2. “Peki, Allah bizi neden imtihan ediyor? Ben belki de imtihan olmak istemedim, bana sorulmadı.”
Aslında bu soru, felsefî anlamda kendi içinde bir çelişki barındırıyor. Şöyle ki:
“Allah” dediğimiz varlık, zaten her şeyin sahibi olan, her şeye hâkim olan, sorgulanamaz bir varlıktır. Felsefede “Tanrı” veya “İlâh” dediğimizde böyle bir şeyi tarif ediyoruz çünkü.
“İlâh,” zaten istediğini yapar. Başkalarına sorarak iş yapan, birilerinin izin ve onayıyla icraat yapan veya yapabilen biri zaten -tanım gereği- “İlâh” olamaz.
Bu anlamda “İlâh” veya “Allah”ın en belirgin vasıflarından biri, “dilediği şekilde her şeye hükmeden ve istediği gibi hareket eden”dir.
Olaya buradan bakınca, “Allah neden bizi imtihan ediyor? Ben belki de imtihan olmak istemedim.” sorusu burada anlamsızlaşıyor.
Yani, eğer var olmuşsak, -ki düşünebiliyor ve bu soruları sorabiliyorsak varız demektir- Allah her şeyin sahibi ve hükmedicisi olarak bizi “yaratmayı” ve “imtihan etmeyi” dilemiş demektir. Nitekim Kur’ân’da şöyle denilir: “Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratan Odur.”1
Bu girizgâhtan sonra, sorunun “Allah bizi neden imtihan ediyor?” kısmıyla ilgili olarak elbette “hikmet” yönünden de düşünebilir, akıl yürütebiliriz.
Evvelâ; O Allah olduğuna göre buna “ihtiyacı” yoktur, olmamalıdır. Çünkü Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, olmaması gerekir. Aksi halde “İlâh/Allah” olamaz.
O halde bu “imtihan isteğinin” arkasında başka sebepler hükmediyor olmalı.
Bununla ilgili aslında “kendimiz”den yola çıkmaktan başka çaremiz de yoktur. Yani kendi üzerimizden düşünebiliriz. (Burada “Sınırlı bir varlık olarak kendimizi sonsuz bir varlık ile nasıl kıyas edebiliriz ki? Bu bizi doğru sonuca götürür mü?” diyebilirsiniz. Ancak şunu ifade edelim: Bu işin tabiatı gereği başka da bir yöntem olmayacaktır. Yani elimizde daha güvenilir bir gerçeklik veya referans noktası var mıdır? İnsan ‘mecburen’ kendinden, kendi varlığından, kendi gerçekliğinden, dolayısıyla kendi duygu ve düşüncelerinden hareket etmek durumundadır. En nihayetinde bu soruları soran, sorgulayan da “kendimiz”iz.)
Aslında insan, kendisine ve çevresine baktığında, “eserleriyle ve fiilleriyle kendisini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen birinin varlığını” her an ve her yerde fark ediyor olmalı. Yani varlığı ve “ben”i yaratanın, kendisini isim ve sıfatlarıyla, eserleriyle, fiilleriyle bildirmek istediği çok açık değil mi?
Sözgelimi bir elmaya, bir nara, bir portakala baktığımızda, farklı tarzlardaki şekil, tat ve kokularıyla türlü duygularımıza hitap ediyor oluşları acaba neyin nesidir? “Meyve işte! Bitkilerin üreme organı!” deyip geçmek mümkün müdür sizce?
Veya insanın anne karnındaki şekillenişini bir düşünelim: Kendimizden haberimiz yokken, hatta daha annemizin bile bizden haberi olmadığı dönemlerde, daha ‘mini minnacık bir tohum’ iken bizi anbean ‘takip eden’ kimdir? Onca hassas ölçülerle üzerimize ‘merhamet kanatlarını’ seren kimdir?
Kendimize ve varlığa dair sorular elbette çoğaltılabilir. Esasen bu sorular her an, her yanımızda gerçeğe dair bir ‘anahtar’ olarak dururlar. En nihayetinde bütün bu soruların bizi götüreceği nokta ise bellidir: Kendisini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen Biri.
İşte tam da bu noktada, tam da bu soruları sorarak Risale-i Nur adlı eserlerini telif eden Said Nursî, o yüce varlığın kendisini tanıttırmak istemesine mukabil onu “iman” ile tanımamız; kendisini sevdirmek istemesine karşın “ibadet” ile sevmemiz ve kendimizi ona sevdirmemiz gerektiğinden söz eder.
Sizce de bu, en mantıklısı değil mi?
O halde “Allah bizi neden imtihan ediyor?” sorusunun cevabı, sizce de açık değil mi?
(Genç Yorum, Ocak-2025 sayısından alınmıştır)
Dipnot:
1- Mülk Suresi: 2.