Vaktiyle, memleketin birinde, bir viyolonsel ustası ile bir piyanist birlikte bir davete katılırlar. Seyircilerin ricasını kırmayan ikili, meşhur bir besteyi icra etmeye başlarlar.
Ancak piyanist öyle kuvvetli çalmaya başlar ki bir süre sonra viyolonselin sesi duyulmaz olur.
Viyolonsel ustası piyaniste sitem eder: “Üstadım, piyanonun tuşlarına öyle kuvvetli vuruyorsunuz ki kendi çalgımı duyamıyorum…”
Piyanist, bu siteme alaycı bir tarzda cevap verir: “Duymadığınız için çok talihlisiniz…”
Ünlü sanatçı Ferdi Tayfur’un ölümü gündemden düşmüyor. Tayfur’un cenazesi, eserleri, mirası, varislerinin kendi arasında tutuştuğu kavga gibi konular sosyal medyada tartışma konusu.
İşin magazin boyutu bir kenara, bizim dikkatimizi çeken şu oldu: Sosyal medyadaki bazı sol görüşlü kullanıcılar, Ferdi Tayfur üzerinden arabesk müziği eleştirdiler ve arabesk müziğin vaktiyle devrime engel olduğunu yazdılar.
Onlara göre altmışlı yetmişli yıllarda yoksulluğu ve istibdadı devlete yükleyen devrimciler ayaklanıp tam sistemi değiştirecekken, birden arabesk müzik ortaya çıkıvermiş.
Yine onlara göre, arabesk müzik, fakirlik ve istibdadı kader ve feleğin eline vermiş, bu da kaderciliğe ve halkın tevekküle yönelmesine sebep olmuş. Böyle olunca da hükümeti eleştiren her solcu, yoksul muhafazakârların haksız tepkisini çekmiş. Halkın devrime olan sempatisi de arabesk müzik yüzünden engellenmiş.
Ferdi Tayfur hayranları bu gibi görüşleri sert bir dille eleştirdiler ve arabesk müziğin ve dolayısıyla kendilerinin küçümsendiğinden bahisle solcuları yerden yere vurdular.
Kişilerden ve ideolojilerden bağımsız olarak, biz meseledeki hakikatin peşine düştük.
Bilindiği üzere istibdat, zulüm ve tahakküm idaresi, keyfî idare sistemi anlamına geliyor.
Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat isimli eserinde, “Önceki âlimler istibdadın fenalığından bahsetmişler mi?” sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Bin kere evet. Zira ağleb-i şuarâ kasidelerinde, çok müellifler kitaplarının dibacelerinde zamandan şikâyet ve dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayak altına alıp çiğnemişler. Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız, göreceksiniz ki: Bütün itirazat okları, mazinin muzlim perdesine sarılan istibdadın bağrına gider. Ve işiteceksiniz ki, bütün vâveylâlar istibdat pençesinin tesirinden gelir. Gerçi istibdat görünmüyordu ve ismi belli değildi; lâkin herkesin ruhu istibdadın mânâsıyla tesemmüm ederdi. Ve bir zehir atanı bilirdi. Bazı kuvvetli dâhiler nefes aldıkça amîk ve derin bir feryat koparırlardı. Fakat akıl onu güzelce tanımazdı. Çünkü karanlıkta ve toplanmamış idi. Vaktâ ki o mânâ-yı istibdadı, def’i muhal bir belâ-yı semâvî zannettiler; zamana hücum ve dehrin başına tokat ve feleğin bağrına oklar atmaya başladılar…”1
Yani Bediüzzaman diyor ki; şairlerin ve yazarların çoğu, vaktiyle, despot ve zalim hükümdarların eliyle maruz kaldıkları istibdadın, zamandan ve felekten geldiğini sanmış ve yanlış olarak onlara hücum etmiş.
Öyle anlaşılıyor ki arabesk müzik sanatçıları da vaktiyle istibdada, sıkı yönetime, darbelere hücum ve itiraz etmek isterken, muhatapta yanılmışlar ve taşlarını feleğin kubbelerine fırlatmışlar. Kadere hücum ederken de enstrümanlarını öyle kuvvetli çalmışlar ki hükümete itiraz edenlerin sesi duyulmaz olmuş.
Yüce Allah’ın sebepleri halk etmesindeki hikmetle; ölümü hastalıktan, hatta Azrail’den bilen, böylece Rabbine isyana kalkışmayan imanı zayıf kullar, sıra istibdadın icraatlarına ve tesirine gelince, işi, asıl faili olan hükümetten ve yöneticilerden değil de kaderden ve Allah’tan biliyorlar.
Yani istibdat o derece fena ki sebeplerin halk edilmesindeki hikmet kaidesini bile tersten işletiyor.
Bu “kaderine” pes doğrusu!
Dipnot:
1- ESDE, Münazarat, s. 195.