Meşhur Babil Kulesi efsanesi mâlumunuzdur.
Zamanın firavun meşrep bir kralı Allah’a karşı büyüklenme ve Allah’a savaş açma arzusuyla, yüksek bir kule inşa edilmesini emreder. İnşaatı devam ettiren halk, bir sabah kalktıklarında bakarlar ki dilleri değişmiş, birbirlerini anlayamazlar; ihtilâfa düşerler. Bu yüzden kulenin yapımını devam ettiremezler. Bir müddet sonra da kule harap olur, yıkılır. Halkın her biri de farklı yerlere dağılıp giderler.
Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta “Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesi’nin harabiyeti zamanında ‘tebelbül-ü akvam’ tabir edilen teşa’ub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları” olarak bahsettiği iki durumu nazara verir.
1- Teşa’ub-u akvam (kavimlerin kısımlara ayrılması)
2- Tebelbül-ü akvam (Kavimlerin kısımlara ayrılmasından ortaya çıkan farklı diller.)
Bediüzzaman bu iki meselenin ortaya çıkış sebebini de ‘tefrika-i kulûp’ yani kalplerin ayrılması olarak ortaya koyar. Yani, problem farklılıkların ‘menfilik’ üzerinden gitmesidir. Yoksa kavimlerin farklılığı âyetle de sabit olan fıtrî bir durumdur.1 Bediüzzaman’ın meâllendirmesiyle “yekdiğerinize karşı inkârla yabanî” bakmamaktır. Demek ki, “İnkârla yabanî” bakmak, firavun meşrep bir bakış açısıdır.
Tefrika-i kulüp, ayrıştırmayı getirdiği için artık herkes “benim” demeye başlar. Benim ırkım, benim fikrim, benim tarikatım, benim tarzım, benim siyasetim… Dışarıda kalanlar ise artık “öteki” olmuştur. Benimkinden başka iyi olmayınca, diğerleri de artık yok hükmündedir.
Karşı taraf da böyle düşünüyorsa artık çatışma kaçınılmaz olacaktır. Yani arkasından da harabiyet…
Bir taraftan Kâinatın yaratıcısını inkâr mülâhazasıyla yaratmayı ya da gücü sebeplere verme söz konusudur. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın fıtrî kanunlarına yabanî kalmak arızasıdır.
Bir başka deyişle masnuata mânâ-i ismî nazarıyla bakmaktır ki varlıkların hukuku açısından bir başka harabiyettir.
Bu müstebit anlayış, fikir hürriyeti noktasından da “kargadan başka kuş tanımamak” olarak karşımıza çıkar ki, bu da meşveret ve şûrâ kavramlarına yabanî kalmaktır. Fikirlerin çarpışmasından doğacak olan hakikat ışığından korkmak ve her türlü maddî ve mânevî gelişimin önüne engel olmaktır. Bu da içtimaî bir harabiyettir.
Velhasıl, bu yabanî bakışın arkasında daha birçok harabiyetler husûle gelecektir.
Acaba dil, deyince sadece lisân mânâsı mı akla gelmelidir? Yâni farklı farklı dilleri, farklı farklı düşünceler, duygular olarak da okuyabilir miyiz? Bir başkasının duygularını anlamak, acılarını ve mutluluklarını paylaşmak; bazı meselelere onların penceresinden bakabilmek, fikirlerine saygı duymak, ortak noktalarda buluşmak gibi mânâlarla ittihad kuleleri kurabilir miyiz?
İçinde beraber yaşadığımız varlık âlemine mânâ-i harfi bir bakışla Cenâb-ı Hakk’ın esma, sıfat, fiil ve şuunatının tecellilerini okuyabilir, marifetullahta müşahedeler kaydederek, enaniyet kulelerini yerle bir edebilir miyiz?
Kim bilir, böylece maddî ve mânevî nice terakkiler husûle gelecek, nice hizmetlere vesile olacağız inşallah?
Dipnot:
1- “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi: 13)