“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.“1
Yıl 1952. Eşref Edip’in kendisiyle yaptığı mülâkatta sitemi vardır Bediüzzaman’ın. O zamanın aydın geçinen seküler zümresi, suizanlarında ısrar ediyorlardı. Etraflarına ördükleri kalın ve haşin lâiklik duvarının arkasını göremiyorlardı.
Gerekçeleri hazırdı: “skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası”
Bir yazarı ve düşünceleri anlamanın yolu, onun eserlerini okumak ve anlamaktan geçmez mi? Skolastik mi, mistik mi, realist mi? Nasıl anlarız başka türlü?
“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar.” Evet, bütün mesele bu, anlamak istemiyorlar.
Bu kesimi anladık; kafalarının içindeki kara zindanların kalın duvarlarını aşamadılar. Zanlarını yıkamadılar.
Lâkin dindar camiamızın da onu tam olarak anladıklarını söyleyebilir miyiz? Cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm eden ve yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve iman esası üzerinde işleyen ve cemiyetin bu ana direğinin sarsılmaması için hayatını vakfeden, görmediği eza ve cefa kalmayan bu büyük dâvâ adamını anlayabildiler mi?
Demiştik ya, anlamanın yolu okumaktan geçer.
Camia olarak, cemiyetin ana direğini sarsılmaktan kurtaran bu kahraman insanı bağrımıza basmak gerekmez miydi? Üniversitelerimizin İlahiyat hocaları, Diyanet Teşkilâtının değerli müntesipleri onun kelâm ilmine getirdiği orijinal dili neden keşfedemediler?
İmanı çalınmak istenen Anadolu çocuklarının imdadına koşarak, Kur’ân’ın kudsî eczanesinden aldığı iksirlerle tedavi eden bu ilim ve irfan güneşini başımıza taç etmemiz gerekmez miydi?
Siyasî mülâhazalar, ilmî istibdatlar, ilmî enaniyetler, önyargılar, mantık oyunları, felsefe düzenbazlıkları…
Ah ki ah, etrafımızı saran duvarları bir yıkabilsek. O zaman her şeyin bizim malûmatımızdan ibaret olmadığını anlayabileceğiz. Siyaseti her şeyin üstünde tutup, toplumu dönüştürebileceğine inananlar ne kadar yanıldıklarını anlayacaklar.
Gün ola, harman ola…