Denizli’den Finike’ye, zamana keyfiyet katan okumalarıyla, bahtiyar gençlere tebrik makamında.
kumak, Kur’ânî bir emirdir. Hz. Âdem’e (as) esma talimiyle başlatılan süreç, varlığın sorgulanması, algılanması, anlamlandırılması ve böylece insanoğlunun kendi konumunu belirlemesi hakikatiydi. Felsefenin “varlık” tasavvurundaki çıkmazı aslında bu konumunu belirleyememesindeki acziyette yatıyordu. Koca kâinatın ortasında küçücük kalan ama keyfiyetçe çok farklı yaratılan bir diyara gönderilen insanoğlu “Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukùlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan ‘Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’ suallerine muknî ve makbul cevaplar arayacaktı.
Esma olarak en fazla mazhariyete sahip olan insanoğlu, sorgulamalarında iki kola ayrılmıştı: Eserden müessire gidenler, esere tesir verenler.
Eserlere tesir verenler, atomlar adedince “ilâhlar” edinmiş, eserden müessire gidenler de bütün atomları yaratan Vahid-i Ehad’ı bulmuşlardı.
“Eserden müessire gitmek” mânâ-i harfi bir yaklaşımdı ki, “her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazarıyla, yani, onlara Sâni hesâbına bakar; ‘Ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor’ der. Ve bununla, kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.”
Diğeri de mânâ-i ismi idi ki, “hurûf-u mevcudâtın tezyinâtında ve münâsebâtında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitâb-ı kebîrin hurufâtına mânâ-i harfî ile, yani, Allah hesâbına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip, mânâ-i ismî ile, yani, mevcudâta mevcudât hesâbına bakar, öyle bahseder. ‘Ne güzel yapılmış’a bedel ‘Ne güzeldir’ der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.”
Halîfe-i zemin olması gerekirken “Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfe”demeyen, bütün kâinatı tahkir edip kendisine müşteki edenlere vâesefâ!
Sırr-ı kâinatın tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfe çıkarak zamana keyfiyet katan fatihlere selâm olsun!
***
Hiç tanımadığınız bir ülkede sizinle ilgilenmek isteyen birine “Kiminle muhatap oluyorum?” diye sormaz mısınız?
“Muhâtab” kelimesi, lügatlerde “Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitâb edilen.” anlamlarına gelir. “Hutbe” kelimesinden türemiştir. Gramerde ikinci şahıs konumundadır.
Muhâtab olma durumu bir ihtiyaçtan ortaya çıkar. Halk arasındaki ilişkilerde kullanılan “Ben seninle muhatab olmam” tabiri, “Artık seninle olan ilişkilerim bana zarar veriyor, o yüzden seninle karşı karşıya gelme ihtiyacı hissetmiyorum” demektir. Yani ilişkilerin temelinde “ihtiyaç hissetme/hissetmeme” unsuru yatmaktadır. Bu zaten fıtrî bir temayüldür. Kâinatın yaratılmasındaki âdetullah kanunlarının gereği de böyledir. Bütün mahlûkat, Kudret-i Ezeliye’nin karşısında sürekli “acz ve fakr” konumundadırlar. “Acz ve fakr” sürekli bir ihtiyaç konumu olduğuna göre, bütün mahlûkat da lisân-ı halleriyle bunu her daim Cenâb-ı Hakka karşı izhar ederler. Ki, buna da dua-i fitrî denmektedir.
“Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın her bir tâifesi, lisân-ı hâl ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm’den suâl ediyorlar, duâ ediyorlar ki, ‘Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında tâifemizin bayrağını dikmekle, saltanat-ı Rubûbiyetini lisânımızla ilân edelim ve rûy-i arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibâdet etmek için bize tevfîk ver ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika sanatlarını kendi lisânımızla teşhir etmek için bize bir revac ve seyahate iktidar ver’ derler.” (http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Sozler&Page=321)
“Evet, bu âlemde görüyoruz ki: Bu zîruhlar, şuuren ve aklen olmasa da hissen, fıtraten hissediyorlar ki, herbiri, hadsiz bir acz ve zaaf içinde, hadsiz düşmanları ve incitenleri var. Ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde, hadsiz hâcâtı ve matlubları var. İktidarı ve sermayesi binden birine kafi gelmediğinden, bütün kuvvetiyle bağırır ve ağlar, mânen, fıtraten yalvarır, kendine mahsus sesiyle, lisanıyla dualar, niyazlar, bir nevi namazlar, salavatlar ile bir Alim-i Kadir dergâhına iltica ederken, birden görüyoruz ki, o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve her derdini ve zararını anlayıp yalvarmasını, fıtrî duasını işiten Alîm-i Mutlak bir Kadir-i Hakim, imdatlarına yetişir, bütün istediklerini yapar.” (http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Home&SubSection=Search&Command=Results&TextAny=&TextExact=&TetAll=acz%20ve%20fakr%20lisan%FD&TextNone=&BookName=&where=Kulliyat&ResultPage=2)
RİSALE-İ NUR OKUMALARINDA MUHÂTABİYET SIRRI
Konumuz Risale-i Nur okumalarındaki muhatabiyet olduğu için, ikinci şahıs durumunda bizler bu “ihtiyaç hissetme” meylinin, hassasiyetinin ve heyecanının neresindeyiz? İhtiyaç hisseden talep eder ve talebe olur.
Mehmet Emin Birinci’den bir hâtıra:
Zübeyir Ağabeyin okuduğu kitap, o anda satılırdı. Misafir olan kişinin gözüne mutlaka takırdı. Bir o risaleye, bir Zübeyir ağabeye bakar bakar dururdu. Hayret ederdi. Ders bitince hemen kitabı satın alırdı.
Biz derdik ki:
“Kardeşim, bak! Zübeyir ağabeyin okuduğu bu kitap eski, biz sana yenisini verelim!”
“Hayır, ben bunu almak istiyorum. Bu kitap bende de var. Ama çok acayip, benim kitabımda sanki Zübeyir ağabeyin okuduğu yerler yok! Var, ama yok işte… Onun için ben bu kitabı alacağım.”
Mecburen o kitabı ona verirdik. O derece tesirli Risale-i Nur okurdu. Sadece düz okuyarak geçerdi. Bazen kelimelerin meallerini verirdi. Ama öyle tesirli okurdu ki, âdeta o anda bütün zerreleriyle birlikte, ruhuyla okurdu. Kendisi derdi ki: “Benim okuduğum kitabı karşı taraftaki satın almazsa, ben onu okuma saymam!”
Ben kendim sadece bir defa okuyabildim. Bekir ağabeyin yazıhanesinde okumuştum. Laz bir tüccar vardı. Ben okuduğum zaman yanımızda idi. Risaleyi okudum, okudum, okudum sonra kitabı kapattım. Kapatır kapatmaz, “Sar oniii!” dedi.
“Aynısı var sende!” dedim.
“Sar oniii!” dedi.
Mecbur kaldım ve verdim. Bazen ne oluyorsa, hâlet-i ruhiye karşı tarafa sirayet edebiliyor.
Onun için Zübeyir ağabey derdi ki:
“Risale-i Nur okurken mutlaka kendi nefsine okuyacaksın. Başkasına okuma, kendine oku!”
Biz okurken başkasının gözüne bakarak okuyoruz. “Bak Bediüzzaman ne diyor!” dercesine. Sana demiyor mu kardeşim, muhatap sen değil misin?
(Zübeyir Gündüzalp, İ. Kaygusuz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2009, s. 347)