Çocuk doğar, anne doğar. İki insan hayata beraber doğar.
Anne doğar, çocuk doğar.
Sonra bir kapı açılır, yollara düşer anne de, çocuk da. Biri bir yana, diğeri öbür yana. Yol uzundur, ömür kısa... Uzun yolda günler kısalır bir bir. Çocuk büyümüştür artık. Koşuşturmaktan yorulmuştur. Oyuncaklar eskisi kadar cazip değildir. Anne de bunun farkındadır. Konuşmayan o çocuk, destan yazar evde şimdi. “Sus biraz” desen olmaz, konuşması beklenmişti bunca yıl...
Sonunda olan olur. Su yolunu bulur, çocuk okulun yolunu tutar. İşte bu, ilk rüzgârın esişidir. Ayrılığın içeriye ilk doğuşudur. Ne kadar büyüktür annelerin yürekleri. Kaldırır bunca ağırlığı. Dışarıdan bakana hafif görünse de... “Firakın meydanı geniştir.” Bir ayrılık kapısının arkasında binler ayrılık vardır. Onun içindir ki ayrılığın; yani firakın, iftirakın, müfarakatın meydanı geniştir.
Sonra yine baş başa ders çalışmalar, ona yardımcı olmalar... Saçlarını örer, saçlarını tarar. Yemeği hemen hazırdır o fark etmese de. Annenin yüreği hazırdır sevmeye de, örmeye de, yedirmeye de. Bu kadar küçük evlerde bu kadar büyük yüreklerin yaşadığını kim bilecektir gayrı? Allah’ın rahmeti her yeri kuşatmıştır.
Sonra o çocuk, top sesleriyle şaşırır, ürker.
“Anne, bu ne?” der.
“Ramazan başlıyor oğlum, Ramazan” der annesi.
“Peki ne yapacağız şimdi?”
“Oruca niyetleneceğiz?”
“Nedir oruç?”
“Yemeyeceğiz, içmeyeceğiz Allah için.”
“Ha öyle mi? Biraz daha anlatsana...”
“İşim var, şimdilik çok konuşamam. İstersen sahura kaldırırım seni.”
“Ne demek o? Sahur ne demek?”
“Dedim ya işim var, şimdi mutfakta yemeği hazırlamam lâzım.”
“Peki peki. Sahura beni de kaldır.”
“Tamam.”
O gece bin bir güçlükle uyanır çocuk. Adını kulağına fısıldayınca annesi, birden ürperir. Uykusu ağırdır. İlk başta kalkmak istemez. “Sahura kaldır dedin ya, hadi” der annesi. Nazlanır biraz çocuk. Ama kalkmak da ister doğrusu. Bu fırsatı kaçırmaz annesi. Çocuğun dilini çocuktan iyi bilen annesi... Onu kucaklar, bir eliyle yüzünü yıkar, sofranın başına otururlar.
Şaşkın şaşkın bakar çocuk: Bütün aile sofrada... Sarı ışığın altında mutfakta bir şenlik. Allah Allah... Gece vakti bu ne yemeği böyle acaba?
İşte sahur bereketi çocuğu ilk defa böyle yakalar. Sonraki geceler alışır, artık kendisi kalkar.
Sonra o çocuk oruca başlar, sonra okula başlar, sonra hayata başlar.
Sonra o da kendi çocuğuyla aynı şeyleri yaşar.
«««
Bu bizim hikâyemiz. Anne baba küçükken ne verirse çocuğa, onunla ulaşıyor o çocuk mutluluğa. Sarı ışıkların yandığı, kaşık seslerinin birbirine karıştığı ve lokmaların acele acele ağızlara götürüldüğü, üzüm hoşaflarının ardı ardına kaşıklandığı neşeli bir sofraydı bu. Herkesin birbirine ikramda bulunduğu... Çeşidi az, bereketi çok...
Lokmalara uzanan eller mırıl mırıl besmele çeker, sonra şükürler gelir ve top sesi... Ezan-ı Muhammedî... Sahur bitti, şimdi imsak vaktidir, namaz vaktidir. Her biri abdest alıp namaz kılar. Sonra sabah vaktinde, beyaz yaşmakların nuranî parmaklarında okuduğu Kur’ân’lar dikkatini çeker çocuğun...
Evin bu neşeli hali çocuğun ruhuna damla damla içirilirdi. Ruhuna geçirilirdi. Çocuk yemekle büyümez sadece. Çevresindeki insanların halleriyle beslenir, davranışlarıyla, Allah’a olan ibadetleriyle, samimî halleriyle beslenir.
Bir çocuk, anne babasından ilk İslâmî terbiyeyi almazsa, ileride dinine karşı bir yabancı gibi oluyor. Ne büyük görev düşüyor şimdi büyüklere. Biraz muhabbetle bakalım biz de etrafımızdaki küçüklere. Bu da bir ibadet. Yarın onlar taşıyacak bu kutlu bayrağı. Bizden neyi güzel almışlarsa, onları verecekler yavrularına. Şükür ki verilecek hediyelerimiz var oruç gibi, sahur gibi, iftar gibi. Şükür ki vermeyi sevdiren Peygamberimiz (asm) var. Şükür ki vermeyi öğreten dinimiz var. Şükür ki bu güzellikleri gönderen Rabbimiz var.
Paylaşalım da zenginleşelim. Her hareketimiz bir binayı inşa eden tuğlalar gibidir, bilelim. Ruh dünyaları bu canlı, güzel hatıralarla beslenecektir, bilelim. Sonra bir gün onların evlerine misafir olduğumuzda, aynı şeylerin yaşandığını görünce biz de sevineceğiz. Şükür ki böyle güzel izler bırakmışız diyeceğiz. Şükür ki tesbihin taneleri kopmamış, dağılmamış diyeceğiz.
Hangi dinde var ki bu kadar canlı, bu kadar hayattar bir güzellik? Böyle bir ayın güzelliğini anlamak için başka bir gezegenden bakmak gerekir dünyaya, sahur vakti ışığı yanan evlere, iftar sofralarındaki o mübarek ellere... Neşeli sevinçli hallere başka bir dünyadan bakmak gerekir. İçindeyken yaşadığımız halde anlayamadığımız binlerce sevinçli hallerimizden biridir bu. Böyle haller, böyle güzellikler şükür ister. Şükür ki böyle değerlerimiz var. Şükür ki bu hallere şükredecek dilimiz var. Şükrü öğreten Peygamberimiz (asm) var. Kendisine şükredilecek Rabbimiz var...
Şükredemeyenlerin de şükretmesini ve bu sevinçten pay almasını dileriz.
Allah’ım, duâmız bu ki:
“Sensizlere Seni ver.”
«««
Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim...