Bir gün tozu dumana katarak geldiler. Yağız atlara binmiş ve siyahlar giyinmiş, yüzleri örtülü efendiler, çölün ortasında küçük bir vahada durdular.
Kuyunun yanına perişan iki insan bıraktılar. Pelerinlerinin altında görünen silâhlarının kabzaları üstündeydi bir elleri. Diğer ellerini de tehditle sallayıp:
“Yeriniz burası. Peşimizden gelmeyin. Bundan böyle burada yaşayacaksınız ve burada öleceksiniz!” deyip gittiler. Geldikleri gibi, tozu dumana katarak gittiler…
Kuyunun başında iki insan. Bıraktılar onları orada, oracıkta. Yoksul, çaresiz, fakir koydular, öyle gittiler. Yanlarına hiçbir şey bırakmadan…
Kuyunun içinde biraz su, bir de kovasız ip vardı. İp eskiydi. Suyu içmek için kuyunun içine girmek gerekti. Bir daha çıkmamak da vardı oradan.
İnsan ne yapabilirdi? Birbirine güvenmekten başka çareleri yoktu. Ipıssız bu çölde ne yapsınlardı? Sıraya koydular. Biri indi, suyunu içti. Diğeri kuyunun başında bekledi. Sonra o içti, öbürü bekledi.
Çölün sıcağına da, her türlü zorluğuna da alıştılar. Ciğerlerini delen susuzluğun ateşini, kuyudan içtikleri suyla dindirdiler. Epey müddet, bu bereketli suyla idare ettiler. Sonra çevrede bulabildikleri yaprakları ufalayıp yediler. Bir nebze olsun açlıklarını giderdiler.
Her yer çöldü. Çölün ortasında bir kuyu ve kuyunun yanında iki insan vardı.
Bir gün o iki insan güçlerini birleştirdiler. El ele, baş başa verip sonunda çölü göle çevirdiler. Viraneyi mamur ettiler. Artık yeniden başlayacaktı insanlık macerası. Tam da burada, bu kuyunun başında.
Yalnız onlar yalnız değildi. Yalnız olan yalnız efendilerdi.
Allah ile olan, yalnız değildi. Bunu bildiler.
Birden bir güç geldi ellerine, yeni bir şevk doğdu içlerine. Ellerine, yüzlerine baktılar. Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Kendi ortak kaderlerini okudular. Hayatlarını yeniden kurmaya, yaşamaya koyuldular bu kuyunun başında.
Aklın alacağı işler değildi bunlar. Nasıl da değişti, değişiyordu birden her şey. Bir sır vardı bu kuyuda, bu suda.
***
Bir gün, kuyu başındaki bir insan, diğerine kendi dilinden bir kelime söyler. O güne kadar hiç söylenmedik bir kelimedir bu. Diğeri de ona bir kelimeyle cevap verir. Ne söylendiği o kadar önemli değildir. Ama yürekten dedikleri için, ne dediklerini ikisi de anlamıştır. O kuyunun başında öğrendikleri belki de en güzel kelimedir bu. Biri kendi diliyle, öbürü kendi diliyle “kardeşim” deyip kucaklaşırlar.
Çölün sıcağına, soğuğuna, korkutuculuğuna, ürkütücülüğüne aldırmadan yollarına devam ettiler.
Kendilerini kuyunun yanına bırakan yağız atların üstündeki o meçhûl efendileri aramaya, sorup soruşturmaya başladılar. Onlar çoktan sinmişlerdi bir yerlere. Yine yeni oyunlar peşindeydiler yeni kurbanları için. Ama bu defa maskeleri düşmüştü, yakayı ele vermiş, korku içindeydi efendiler. Tir tir titremekteydiler. Kendi kurdukları tuzaklara düşmüşlerdi.
Onları zorlu yokuşlara, çöllere sürmüşlerdi bir zamanlar efendiler, sürgün etmişlerdi, kuyu başlarına terk etmişlerdi güya. Bir daha asla çıkamaz, gelemez zannetmişlerdi yanlarına.
Öyle bir geldiler ki… Onları kahredercesine. El ele, gönül gönüle geldiler…
“Bir” olanın birliğinden gelir bunlar. “Bir”den birlik gelir ancak.
Bazen “Bir”den gelen, birden gelir. Ayrı gibi zannedilen diller; “Bir”i söyler, bir olur ve “Bir”in sırrına varır. Ayrı ayrı duran birler, “Bir”de birleşip giderler…
İnsanlığın ateşini yeniden tutuştururlar. Bir sırdır bu. Akıl almaz, akıl ermez.
Belki de kuyunun suyudur bu, kuyunun huyudur bu…
Evet, ne güzeldir diller, dillerdeki kelimeler ve sözler.
O soysuz efendiler, sömürgeci, istilacı efendiler ne güzel sözler bıraktılar bize. Her şeyimizi alıp, çalıp gittiler. Tarumar ettiler. İnançlarımızı, geleneklerimizi, ne varsa hepsini… Kutsallarımızı… Nereye uğradıysa yolları, arkalarında viraneler, harabeler bıraktılar. Yaktılar, yıktılar her yeri. Onlardan geriye izler değil, lekeler kaldı. Bir de gözyaşları… Ama onların alıp götürdüklerinden daha fazlası bize kaldı. Bize pırıl pırıl kelimeler, sözler kaldı.
Sonunda onlar kaybetti. Sonunda biz kazandık. Efendiler kaybettiler.
Madenlerimizi; yer altı ve yer üstü zenginliklerimizi ve dahi altınlarımızı da aldılar.
Ama bize altından daha değerli olan kelimeler ve sözler bıraktılar.
Daha da fazlası; bunları anlayabilecek altın kalpli kardeşler, oğullar, nesiller bıraktılar. Her şeyi aldılar, ama hiçbir şeyi götüremediler. Her şeyi bize bıraktılar. Bize kelimeleri, sözleri bıraktılar. Sözlerin gücü, kuyunun başındakileri kardeş etti, efendilerin tuzaklarını yerle bir etti.
Bir sır var bu işte… Bir sır…
Belli ki: Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu…
İnsanlık serüveni daha yeni başlıyor. Buradan, kuyunun başından. Simurg gibi küllerinden yeniden doğuyor insanlık, yeniden başlıyor maceramız şimdi burada. Hepimizin göreceği güzel günler var. Efendilerle de görülecek hesaplar var.