"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Küreselleşme ve değişim rüzgârları

Genel
11 Ocak 2019, Cuma
Çağın paradigması: Küreselleşme

Günümüz Dünyasının sorunları dünden farklı olarak çok çeşitli ve karmaşık hale gelmiştir. Kimi sorunlar ulusal ve bölgesel kaynaklı iken, kimileri küreseldir. Türkiye’nin trajedisi ise, sanayileşme ve şehirlileşmeyi tamamlamadan yeni bir devrin gelip dayanmasıdır. Henüz toplum olmayı ve bir arada yaşamayı, bunların gereği olan toplum kurallarını özümseyip empati kurmayı öğrenemeden yeni çağın yeni sorunlarıyla yüz yüze geldik.

Her çağa damgasını vuran başat bir olgu ve egemen paradigma bulunur. Günümüzde her şeyi değiştirip dönüştüren paradigma küreselleşmedir. (Giddens, 2000:67-68) Küreselleşme çağdaş dünyada bir tercih konusu değil, bir gerçekliktir. Bu çığırı görmezden gelmek, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Küreselleşme, insanlık tarihini değiştiren diğer devrimler olan tarım ve sanayi devrimleri gibi çok önemli değişimleri ihtiva etmektedir. (Güran, 1990:3)

Geçimlikten fazlasını arttırmak ilk defa tarımdaki üretimle mümkün oldu. Meslekler, sanat, felsefe ve devlet gibi kurumlar böylelikle ortaya çıktı. Toprağı işleme ve sulama konusundaki yenilikler hem güçlü devletlerin, hem de sonraki devrimin sebebi olan ticaretin doğmasını sağladı. Çin, Hindistan, Mezopotamya ve Mısır’da doğan devletler buna verilebilecek örneklerdir. Bu dönemde gücün ve zenginliğin temel belirleyicisi topraktır; güç sahipleri toprağa sahip olanlardır; savaşlar ve iktidar mücadeleleri toprak için yapılmaktadır.

İleri kültür ve medeniyet, yerleşik hayata geçmekle, tarımdaki üretimle mümkün oldu. Yerleşik hayata geçmeyen hiçbir göçebe toplum, anlık galibiyet sağlasalar da, son analizde yerleşik bir topluma üstünlük kuramamışlar ve savaşla yendikleri yerleşik toplumların kültürleri içinde eriyip yok olmuşlardır. Avarlar, Hunlar ve Moğollar bunlara örnektir. Anadolu’da Selçuklu egemenliğini yıkıp kendi egemenliklerini kuran Moğollardan hemen hemen iz kalmamıştır. 

İnsanlık tarihinin gördüğü ikinci devrim Sanayi Devrimi’dir. İlk defa 1750-1850 arasında İngiltere’de gerçekleştiğine (Güran, 1990:115) inanılan sanayi devrimi ile güç ve zenginliğin başat faktörü sanayi olmuştur. Güç ve zenginliğin kaynağı toprak yerine girişimcinin (burjuvanın) elindeki kapitaldir, paradır. Güç sahipleri kapitale hükmeden burjuva sınıfıdır. Bütün iktidar mücadeleleri para etrafında dönmektedir. Neticede sanayi sosyal, siyasî, kültür düzenini kurdu. (Torun, 2003) Ulus devleti ve ulus toplumu bugüne kadar olgunlaşarak gelen bu sürecin ürünleridir. Rasyonel bürokrasi, kuvvetler ayrılığı, halk egemenliği, anayasa, vatandaşlık, parlamento, sivil-siyasî haklar, sosyal haklar ve hukukun üstünlüğü hep sanayi medeniyetine paralel gelişen kurumlardır.

Çağımızı belirleyen ve ona rengini veren devrim “küreselleşme”dir. (Kocacık, 2003:2) 1970’lerden itibaren finans sektöründe başlayıp ekonominin tamamına yayılan küreselleşme çığırı ekonomik, sosyal, kültür ve siyasî bütün alanları belirleyen başat olgu haline gelmektedir. 

Daha hızlı ve kolay iletilebilen bilgi giderek endüstri toplumunun temel parametresi olan “kapital (sermaye)”in yerini almaktadır. Enformasyon teknolojileri, bio-teknoloji, gen mühendisliği ve diğer alanlardaki ilerlemeler bilgi toplumunu olgunlaştıran belli başlı etmenler olarak öne çıkmaktadır.

Küreselleşme, dönüşüm ve Avrupa Birliği

Küreselleşme temelde ulus devlet ve ulus toplumla ilgili bütün kurumları değişmeye zorlamakta; küreselleşen dünyada güç ekseni kaymaktadır. Artık, güç kapitalden ve onun ürünü olan sanayiden kaynaklanmıyor. Tank, otomobil ve televizyon üretmek görece önemini kaybetmektedir. Değişen güç ekseninde, zenginlik ve gücün temel parametresi artık “bilgi”dir. Dünya düzeninin yeni egemenleri ise bilgiyi üretenler, çoğaltanlar ve iletenlerdir. Yüksek ekonomik katma değer fabrika ve sanayi ile değil tasarım, patent ve marka ile ortaya çıkarılmaktadır.

Küreselleşme, başta ekonomi olmak üzere, sosyal, siyasî ve kültür hayatının dünyayla bütünleşmesi anlamına gelmektedir. (Nişancı, 2007) Kendi sorunlarınızı Dünya’dan soyutlayarak çözmek mümkün olmamaktadır, çünkü günümüz sorunları doğrudan ve/veya dolaylı olarak küresel niteliktedir. Ülke çapındaki güvenlik sorunundan, toplum içindeki asayiş, aile düzeni ve çocuk terbiyesine kadar bütün alanlar küresel trentlerle ilgilidir. AB olgusu da, büyük ölçüde, küreselleşmenin salık verdiği bölgesel bütünleşmenin dayattığı bir mecburiyettir. (Giddens, 2000:374-375)

Türkiye’nin AB’ye girip girmemesi tartışma konusu yapılabilir, ama bir bölgede bütünleşmeye katılmadan çağdaş devlet ve toplumlar arasında var olmak reel politika açısından zor gözükmektedir. AB’nin alternatifi nostaljik eski düzen değil, alternatif bir bölgesel organizasyondur. Dolayısıyla, AB’ye girip girmeme konusu küreselleşme bağlamında ele alınması gereken bir sorundur.

AB olgusu küreselleşmenin yalnızca Türkiye’ye dayattığı bir örnek de değildir. İngiltere uzun yıllar AB’ye girme konusuna tereddütle yaklaştı. Çünkü, AB’nin imaj ve potansiyel gücü 1970’lere kadar pek önemsenmemiştir. Küreselleşmenin etkisini gösterdiği bu tarihten sonra AB’nin imajı büyük ölçüde farklılaştı. Özellikle Doğu Bloku’nun çözülmesinden sonra büyük bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Bu anlamda İngiltere için AB, içinde olmakla can atılan bir yer olmaktan çok dışında kalmanın göze alınmadığı bir organizasyondur.

AB’nin kurucu ülkelerinde sosyal güvenlik harcamalarının ekonomik maliyetler üzerindeki yaptığı baskı en önemli ekonomik sorun olarak görülmektedir. Ekonomi çevreleri, bütçe ve dolayısıyla maliyetler için ağır yük oluşturan, ekonomik verimsizliğe sebep olan sosyal güvenlik harcamalarının sınırlandırılmasını istemektedir. Bu ise, geniş orta tabakanın asgarî hayat standardını tehlikeye atmaktadır. Sağlık, sosyal güvenlik, eğitim ve diğer kamu harcamalarının sınırlandırılması geniş halk kesimlerinde ciddî gerilmelere neden olmakta; hatta şiddete varan sonuçlar doğurabilmektedir.

AB Merkez Bankası’nın üye ülkelere empoze ettiği para ve maliye politikaları, en azından kısa ve orta vadede, işsizliğe sebep olmaktadır. Nispeten gelişmemiş ve birliğe yeni katılan ülkelerden gelen ucuz işgücü müreffeh AB toplumlarını kaygılandıran diğer bir etkendir. Nitekim, Fransızların Polonyalı muslukçuların kendilerini işsiz bırakacağı şeklindeki endişeleri de bununla ilgilidir. Küreselleşme paralelinde yer edinen neo-liberalizmin ekonomik konjonktürüne uyum sağlayamayan yerel piyasa ve toplumlar sonuçta mevcut konumlarını da muhafaza edemeyeceklerdir. AB toplumlarının AB ile ilgili tepkileri netice itibariyle küreselleşme ve neo-liberalizme karşıdır.

Kimlikler, etnik kökenler

Küreselleşmenin oluşturduğu diğer büyük sorun seti gittikçe siyasallaşan kimlik talepleridir. Küreselleşme bir yandan ulus içini ulus dışı ile entegre ederken, diğer yandan ulus devlet ve ulus toplum formunu zayıflatarak alt kültürlerin kimlik taleplerinde bulunmalarını mümkün kılar. Kimlik taleplerinin siyasallaşarak mikro-milliyetçiliğe sapması ulus toplum ve ulus devlet yapılarını tehdit etmektedir. Sanayi toplumunun temel paradigmalarından olan modernizmin yerini postmodernizm almaktadır. Postmodernizmin olumladığı çok kültürlülük söylemi etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel, cinsel, çeşitli alt kültürlerin kimlik taleplerini meşrûlaştırıp yaygınlaştırmaktadır. Oysa, modernizm ve ulus toplumu bütün alt kültürleri homojenleştiren ve bir üst kültürde asimile eden etkiye sahipti. Fransa şehir banliyölerinde bir yıl önce çıkan isyan benzeri kitlesel hareketler ülkede yaşayan alt kültürlerin egemen kültüre karşı kimlik taleplerini yükseltmeleri anlamına gelmektedir. (Kastoryano, 2000)

Türkiye’de de çeşitli dinî ve etnik kimlik talepleri ve bu bağlamda ortaya çıkan siyasî polemikler hep küreselleşmenin doğurduğu etkilere olan tepkilerdir. Hrand Dink’e yapılan suikast olayını buna örnek vermek yanlış olmayacaktır. Altyapısını küreselleşmenin döşediği AB müktesebatının cebrettiği azınlık hakları, siyasî haklar, kültür  kimliği ifadeleri, çok kültürlülük gibi reformlar ve bu doğrultuda oluşan kamuoyu, yerleşik sosyal ve siyasî düzeni değişmeye zorlamakta, bu ise sosyal düzenin geniş kitleleri ile siyasî sisteminin egemenlerinde (ya da kendilerini öyle addedenlerde) içten içe savunmacı tepkiye neden olmaktadır.

Küreselleşme etkisi ile bazı durumlarla ilk defa karşılaşıyoruz. Bugün, ezilmişlik ve yoksunluk duygusu önceden olmadığı kadar ve hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Baskı ve yoksulluk geçmişte de vardı; ama kitle iletişim kanal ve araçları bu denli yaygın değildi; olumsuz tepkiler mevzi kalır, yayılmazdı. Bugün ekonomi ve sosyal politika literatüründe yoksulluğun yanına yoksunluk denen bir terim eklendi. Refah düzeyi Türkiye’de, özellikle son yıllarda, sürekli artmaktadır. Büyüme oranları, millî gelir ve ihracat artışları gibi makro ekonomik göstergeler bu olumlu artışı doğruluyor. Buna rağmen, Türk halkı dün olmadığı kadar yoksunluk içindedir. Çünkü, herkesin gelir ve hayat standardı az ve ağır ritimde de olsa sürekli artmasına karşı, bazılarının gelir ve refahları kalabalıklarınkinden çok hızlı artmaktadır. İşte bu dengesiz refah artışı büyük kalabalıkları yoksunluk duygusuna sokmaktadır. Böylelikle sosyal tabakalar arası mesafe açılmaktadır. Gittikçe açılan mesafe geniş halk kitlelerinde içerde üst kesimlere, dışarıda ise güçlü ülkelere karşı düşmanca tutumların yükselmesine sebep olmaktadır. Şiddet ortamını besleyen sosyolojik yapı, bir yönüyle, bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Okul önlerindeki şiddet olaylarını, seri cinayetleri, tinerci çocuklar sorunu, alt kültürlerin kimlik taleplerini küresel etkenlerden soyutlayarak anlayamaz ve çözüm üretemeyiz.

Alt kültürlerin yükselen kimlik talepleri ile halk içinde gelişen şiddet tohumlarını yasak ve cebri tedbirlerle yok etmenin imkânı kalmamıştır. Çünkü, küreselleşme ulus devlet formunu zayıflatarak toplum üzerindeki etkisini de sınırlandırmaktadır. Bu süreç, devletin yasalar koyma, yasaları etkili ve otoriter bir şekilde uygulama kabiliyetini sınırladığı gibi, sosyal devlet işlevinin yeniden dağıtım imkânlarını da elinden almıştır.

Sosyal, siyasî, ekonomik, kültürel ve bilimsel yönleriyle her toplum küresel olanla eklemleşmektedir. İçe kapanmak çok yarar getirmeyebilir, çünkü günümüz sorunları küresel sorunlardır. Bir sorunu ülke dışından, uluslar arası siyasetten soyutlayarak çözmek imkansız hale gelmektedir. Meğer ki, rejiminizi bütünüyle totaliterliğe dönüştürmüş olasınız. Totaliterliği tercih eden ülkeler ise, küresel yarıştan çekilmiş olacakları için kalkınma ve toplum refahını uzun vadede sağlayamaz duruma düşecekler ve son kertede siyasî rejimlerini de muhafaza edemeyeceklerdir. Totaliter rejimler iflâh olsaydı, bunun en karakteristik örneği olan SSCB dağılmazdı.

Otoriterlik ve kollektivizmin işlevini kaybedip demokrasi ve bireyselliğin damgasını vurduğu dünyada ataerkil insan ilişkilerinin savunulması pek akıllıca gözükmemektedir.

İnsan sayısı ve kas gücü yerine şahıs ve bilginin geçerli olduğu bilgi toplumunda geçerli ilişki ve yönetişim biçimi demokrasidir. Çünkü, küresel rekabette ayakta kalmak ancak eleştirel düşünen, yenilikçi, üretici ve girişimci bireylere sahip olmakla mümkündür. Korku ve disiplin toplumundan değerler toplumuna geçmek demokrasiyle mümkündür. Kurallara korktuğu için değil, benimsediği için uyum sağlayan vatandaşlar ancak demokratik ortamlarda yetişebilir. Türk insanının, polisin olmadığı yerde, genelde bütün kurallara, özelde trafik kurallarına, riayet etmemesi değerler toplumu olmamakla ilgilidir. Okulda öğrencilerin, ailede ise kadın ve çocukların ikincilleştirildiği, itilip kakıldığı, beyinlerin değişmez dogmalarla koza gibi örüldüğü yerde ise değerler benimsenmez, demokratik fertler yetişemez.

Bir iletişim ve yönetişim biçimi olarak demokrasi öncelikle fertler arasında denk ve eşitliği gerektirmektedir. Çünkü, şahsiyetli birey, insanların yek diğerine denk ve eşit kabul edildiği, kendi gerçekleriyle var olabildiği, kanaatlerini hür iradesiyle edindiği, ast-üst ilişkilerinin iş ve görevle sınırlı olduğu demokratik ortamlarda mümkün olabilir.

Küreselleşme ve bununla paralel gelişen AB süreçleri her türlü toplumsal ilişki ve kurumları dönüştürmektedir. Kamunun yeniden yapılandırılmasını, eğitim reformunu, özelleştirmeyi ve AB ilerleme sürecindeki reformları hep bu baptan saymak gerekir.

Küreselleşme çığırının her şeye rengini verdiği bir konjonktürde kendi yağıyla kavrulmanın, biz bize yaşamanın, kendi ulus çadırı içinde karşılıklı hamaset çubukları tüttürmenin geçerliliği pek kalmamıştır. Global dünyada ya evrensel kurallar ve değerlere göre yaşamayı öğrenirsiniz, ya da tarihin çöplüğüne atılır gidersiniz.

Etiketler: Enstitü
Okunma Sayısı: 5260
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı